Sayfalar

31 Ağustos 2010 Salı

CNN'de YAYINLANAN SON PATRIK PROGRAMI

28 Ağustos 2010 günü yani dün, CNN International’de bir program yayınlandı ve tüm dünya bu programı izledi.
Programın adı, “The Last Patriarch” yani “Son Patrik”. Ben programı izlerken dondum kaldım.
İmroz adası başta olmak üzere, birtakım eski Rum yerleşim merkezlerindeki kiliseler, Patrik’le beraber geziliyor ve yerlerinden yurtlarından edilen zavallı Rumların hazin hikayeleri anlatılıyordu. Ama ne anlatış… Cumhuriyetin kuruluşu ile pek çok Rum’u Yunanistan’a yollamışız(mübadeleye değinilmiyor, sanki biz tek taraflı göndermişiz gibi aktarılıyor.) Daha sonra Varlık Vergisi çıkarmışız( bunun da tarihi belirtilmiyor) ve Rumca konuşmayı yasaklamışız. Hemen arkasından 6-7 Eylül olaylarını gerçekleştirmişiz ve bütün bu nedenlerle Türkiye’de Rumlar yok olmuşlar. Programda Yorgo Stefanapulos adlı bir akademisyen de durumlarını anlattı. Bu akademisyen Türkiye’de hangi üniversitede çalışıyor dersiniz? Işık Üniversitesinde çalışıyor!...
Daha sonra Heybeliada Ruhban Okuluna geldi sıra. Bu arada “mütercim” Bakanımız Egemen Bağış ekrana alındı ve hemen “Vallahi billahi biz yapmadık bu işi, 40 yıl evvel kapatılmış ama iktidar olduğumuzda, Milli Eğitim Bakanlığımız bu okulu açmak için çok çaba sarf etti. Yakında bu meseleyi çözeceğiz” dedi.

Bu arada “The Last Patriarch”, gözleri dolu dolu, bu toprakların onların atalarının olduğunu, bu kiliselerin ataları tarafından yapıldığını anlattı. Gelecekten umutlu olduklarını da vurguladı ve aynen şu ifadeleri kullandı;
“Artık tersine göç başladı. Yunanistan’dan Türkiye’ye çok sayıda genç göç ediyor.”

Aynen Filistin’de oynanan oyun yeniden tezgahlanıyor. Benim, Devlet Bakanı sıfatını üzerinde taşıyan Bakanım da, Diyanet İşlerinin süslü Başkanı da olayların farkında bile değil. Acaba CNN’de böyle bir program yapıldığından haberleri var mı?

İşte böyle aziz Türk halkı, seni “uygarsın” , “aslansın” , “kaplansın” diye gaza getiriyorlar. Böyle giderse yarın neler olacağını beraberce göreceğiz.

Sevr, yandaş basın tarafından bir barış projesi olarak takdim edilmişti. İşte o barış projesi yavaş, yavaş gerçekleşiyor…

Sağlık ve başarı dileklerimle 29.Ağustos.2010

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
0 532 211 00 11

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Hepimizin 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu olsun...

Hayır!.. Zafer, Yunanistan'a karşı değil... Emperyalizme karşı
kazanılmıştır..
Yunanistan, emperyalist güçlerin Anadolu'da yeniden yapılanan milli
nitelikli orduya karşı öne sürdüğü alelade ve biçare bir piyondan
başka bir şey değildir...
Ama, ısrarla ve inatla vurgulanarak altı çizilmeye çalışılan şey, bu
gerçeği genç kuşakların körpe zihinlerinden saklamak ve bu muhteşem
zaferi, alelade bir Türk-Yunan savaşı olarak hafife alıp, asıl hedefi
gizlemek... Asıl düşmanı gözlerden kaçırmaya çalışmaktır.
Hayır olay, tarihte bir çok örneği görülebilecek olan basit bir ordu
savaşı değildir... Mustafa Kemal Atatürk'ün deyimi ile, "emperyalist
güçlere karşı mazlum milletlerin başkaldırısıdır!.."
Eğer mesele, sadece basit bir Türk Yunan savaşı ise, savaş sonrasında
niçin tüm emperyalist ordular tas ve taraklarını toplayarak bu ülkeden
[en kibar deyimi ile] "def-çalarak" gitmişlerdir?
Niçin, bu görkemli zaferin sonrasında düzenlenen barış görüşmelerinde
masanın bir tarafında yeni Türkiye'nin Milli Devlet'ini temsil eden
kişiler ve diğer tarafta ise, sözünü ettiğimiz emperyalist güçler
vardı?
Niçin, Lozan Antlaşması sadece Türkiye ile Yunanistan arasında
imzalanmadı?..
Çünkü Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması'nı yırtıp atılması demekti...
Sevr Antlaşması'nın tarafları, Osmanlı Devleti ile işgalci emperyalist
güçlerden ibaretti...
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu kongrelerini tamamlayıp Ankara'ya
döndüğünün haftasında yayınlamaya başladığı ve başyazılarını bizzat
kendisinin yazdığı Kuvayı Milliye adlı gazetesinde bu gerçekleri bütün
çıplaklığı ile anlatıyor...
Atatürk'ün söz konusu başyazıları, Kaynak Yayınları tarafından
"Gizlenen Atatürk" başlığı altında yayınlanmış bulunmaktadır.
Sözünü ettiğimiz bu başyazılar, Türk Devrimi'nin temel ilkelerinin
bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından tartışıldığı çok önemli
belgelerdir.
Gelin birlikte okuyalım:

EN BÜYÜK DÜŞMAN
[20 Temmuz 1920]

"En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ve ne de filan
millettir. Bilakis bu düşman, adeta dünya çapında Yahudi saltanatı
halinde bütün dünyaya hâkim olan kapitalizm afeti ve onun çocuğu olan
emperyalizm'dir.
Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat, bizde de tamamen idrak
ediliyor. Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman
âlemin parçasından başka bir şey değildir. Daha doğrusu, kapitalizm
saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son
ordudur...
Nitekim bundan evvel üzerimize ordular saldırtmış olan düşmanlar yine
böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka bir şey değildi.
Moskof orduları İtalya orduları, Bulgar ve Yunan orduları kısacası
bütün düşmanlarımız tamamen kapitalizm tarafından ayaklandırılırlardı.
Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya bir takım despot
hükümdarların istibdatları altında ezilirdi. Sonraları milletler bu
istibdadı yıktılar. Fakat bu defa da, onun yerine paranın, sermayenin
zulmü geçti. Sermaye bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün
fenalarının yegâne etkeni, yegâne sorumlusu idi. Bugün de odur. Eğer
süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı ve zulüm yarın
da devam edecekti. Çok şükür zulüm devrinin son günlerindeyiz.
Kapitalizm sade falan ve filan milletin düşmanı değildir. Bilakis
bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır. Milletleri
birbirine düşüren o. Kardeş kanları döktüren fesatlar ondan dünyayı
kaplayan sefaletin müsebbibi özetle bütün insanlığı inleten zulmün
yegâne zalimi odur. Bu zulümde başarılı olmak için arada sırada
müracaat ettiği muharebeler yegâne kuvvetleri, yegane silahları
değildir. Bankalar, sendikalar onun en kuvvetli silahlarıdır. Ve bütün
milletleri bilhassa bu silahla mağlup eder. Memleketimize bakınız:
Rejiler, "Duyunu-Umumiye"ler, kapitülasyonlar, şimendiferler,
limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri... bütün bu müesseseler
Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için, senelerden beri kullandığı
iblisane bir makinenin parçalarıdır. Sade bizim memleketimizde değil,
yeryüzünde bu makine devam ettikçe sade biz değil, bütün dünya zulüm
altında ezilecek, sefalet arşa çıkacak, insan felaketten felakete
yuvarlanacaktır. Bize bugün sınır itibariyle dünyanın en güzel en
hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memlekette
bugünkü şeklinde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil
böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için
hayat imkânı yine tasavvur edilemez. Zenginlerimizi dolandıran o,
fukaramızı soyan o... Mal ve mülkümüzü çalan, haysiyet ve namusumuzu
mahveden, bizdeki faziletleri şeytan gibi birer iknaya çalışan, bizi
birbirimize düşüren hep odur. Şu halde, kendimizi kurtarmak için
evvela bizim, sonra da bütün dünyanın şu melun kapitalizmin afetinden
kurtulması lazım gelir. Bunda sade biz menfaattar değiliz. Kapitalizm
sade bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat
kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar, insanlık
düşmanıdır. Hatta İngiltere'de, hatta Fransa'da ve Amerika'da da
böyledir. Ve oralarda da kapitalizm usulünden istifa edenlere nispetle
bunun zulmü altında inleyenlerin miktarları yüzbinlerce kere
ziyadedir. Şu halde kapitalizmin düşmanı yalnız biz değiliz. Bütün
dünya onun düşmanıdır. Bütün dünya bizimle beraber demektir.
Dünyayı tanıyanlar, dünya işlerini bilenler bütün açıklık ve
katiyetiyle görüyorlar ki, bu hakikat bütün dünyada artık
anlaşılmıştır. Kapitalizm, hâlihazırda Lehistan'da ve Anadolu'da son
kurşununu atmakla meşguldür. Bundan sonra kullanacak silahı kalmıyor.
İşbu bu kuvvetleri yenmektedir. Türkler bu hakikati anlayınız.
Anlamayanlar varsa, onlara da anlayanlar öğretsinler. Bolşevikler,
Lehleri kati surette mağlup ederlerken bizim vazifemiz de Yunanistan'ı
Anadolu'dan süratle, şiddetle derhal kovmaktır. Ondan sonrası ise,
ebedi kurtuluştur!.."

Hepimizin 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu olsun...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

MUSA’NIN MÜCAHİDİ ADLI KİTAPAN ALINTILAR

MUSA’NIN MÜCAHİDİ ADLI KİTABINDAN ALINTILAR

1492 yılında Osmanlı'nın bağrına bastığı Yahudiler, nasıl Osmanlıyı yıktılarsa, aynı oyunla bu defa da son Türk Cumhuriyeti'ni yıkma çalışmalarına başlıyorlardı. Tacirleri, Şirketleri, Sanayicileri, Siyasetçileri, Bürokratları, İs­tihbaratçıları ve her türlü elemanları ile Din maskesi ardına saklanıyorlar, gündüz Müslüman gece Yahudi ve Hıristiyan kimliklerine bürünüyorlardı. Öyle ki, kripto yani "Gizli Yahu­di" olmayan evliya bile olamıyordu.

Musa'nın MücahitiMasonlar, tarikatlar, din taciri partiler; kimi sarığın üzeri­ne Melon şapka takıyor, kimi melon şapkayı sarıkla kamufle ediyordu. Kimi gece hahamlık yapıyor, gündüz imam olup na­maz kıldırıyordu. Kimi gündüz, gezici-seyyar vaizlik yaparken gece papazlık yapıyordu. Kimi gündüz "Ben imamım" diye bağırırken, gece hahamların önünde bu ülkeyi parçalamanın yeminlerini ediyordu. Bu Müslüman görünümlü Kripto Yahu­diler ve Sabetaylar; İngiliz, Amerikan ve İsrail istihbaratından alıp dağıttıkları paralara kutsiyet masalları uydurup, saf insan­larımızı kandırıp aldatarak, ülkemizi sömürmek suretiyle Ame­rika ve İngiltere'ye peşkeş çekmenin son versiyonlarını sergili­yorlardı.
1948 yılında ters bir doğumla dünyaya gelen Bülent Arınç, bu tersliğini hayatı boyunca yaşıyordu.
TBMM Başkanı sıfatıyla Amerika'ya giden Arınç, Musevi lobisi ve papazların yönettiği üniversitede temaslarda bulunu­yordu. Bülent Arınç'ın, Amerika ve İsrail'e muhalefetin az sa­yıda bir grup aşırı dinci unsurların görüşü olduğunu belirtiyor­du. Arınç, Yahudilere soykırım yapıldığını belirterek şöyle di­yordu:
"Bu tür korkunç olayların tekrarlanmaması için yeni nesil­lerin bilinçlendirilmesine verdiğimiz önem çerçevesinde, 1 Ka­sım 2005 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda kabul edilen "Yahudi Soykırımının (Holokost) anılması" başlıklı ka­rar tasarısının ortak sunucuları arasında Türkiye de yer almış­tır."
Oysa aynı Arınç, oy toplamak için partisinin propaganda toplantılarında şöyle konuşuyordu:
"...Şöyle bir hadisi şerif var, Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Bu harpte Müslü­manlar galip gelecektir, öylesine galibiyet ki, Yahudiler taşlar rın ve ağaçların arkasına saklanacak, ağaçlar haber verecektir, "Ey Müslüman arkama Yahudi saklandı gel onu öldür" diye­ceklerdir."

"Türkiye aslında ABD'nin gerçek anlamda güvenebilece­ği ve bölge sorunlarının çözümü için işbirliği yapabileceği bir dosttur. Bu böyle bilinmelidir..." diyen Bülent Arınç, bir za­manlar ABD için ağzını açıyor, gözünü yumuyordu:"İncirlik'e Türk işçisine saldıran Amerikan köpeklerinden hesap soracağız. Irak'ta, İmam-ı Azam'ın türbelerini her gün bombalayan Amerikan katillerinden hesap soracağız..."
Bülent Arınç, bir zamanlar Doğramacı'nın üniversitesini yerden yere vururken şunları söylüyordu:
"Çağdaş uygarlık adına Bilkent Üniversitesi'nde işlenen rezalete dikkatinizi çekiyorum. Bilkent Üniversitesi'nin kanti­ninde çizi krakerden daha çok, sigaralardan daha çok satılan bir şey var; Doğum kontrol hapları. Bilkent Üniversitesi kanti­ninde şu yazılı; "Aşk yap çocuk yapma." Doğum kontrol hapı ve prezervatif peynir, ekmekten daha çok satılıyor.
İnsanlık vasfını kaybetmiş köpeklerden daha adi bir yaşa­yış içinde hiç birimiz yaşamak istemiyoruz. Biz en güzel ahlak­la yaşamak istiyoruz. En güzel ahlakın ülkemizde hakim olma­sını istiyoruz.
Şimdi bu Ankara'da bir üniversitedeki olay!.. Milyarlık bütçelerle insanlarımızı kısırlaştırmak ve çocuktan mahrum et­mek için cinayet işleyenler..."
Dün böyle konuşan Arınç, 2007 yılında TBMM Onur Ödülü'nü Prof. Dr. İhsan Doğramacı'ya veriyor ve onu kutsu-yordu:
"Doğramacı'nın "Kurduğu üniversiteler ve Türk eğitim hayatına sağladığı büyük katkılar, tıp alanında yapmış olduğu akademik çalışmalarla sağladığı başarılardan dolayı aday gös terildiğini" üstüne basa basa anlatıyordu.


Masonlar için "Hiram Usta'nın kulları" sözlerini kullanan Arınç, sözlerine şöyle devam ediyordu:
"Değerli kardeşlerim, bize gerici diyorlar. İlericilik onların ellerinde, gericilik bizim elimizde. Şunu açıklıkla söylüyorum. Türkiye'de masonlardan daha fazla gericiler yoktur. Hala iki bin yıllık Hiram ustalarının efsanelerine inanıyorlar. Hala per­gelin, gönyenin, malanın peşinden koşuyorlar... Hala dul ke­sesi öpüyorlar... Hala gözleri kapalı sağda solda dolaştırılıyor­lar... Masonlardan daha gerici, daha iptidai, daha sapık dü­şüncelere sahip olan insanları düşünebiliyor musunuz?"
Aynı Bülent Arınç'ın partisi AKP, İktidara geldiğinde Av­rupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görülen türban davasına Mason Münci Özmen'i gönderiyorlar, türban'ın yasa dışı bir giyim tarzı olduğunu iddia ediyorlardı.
Ama parti toplantılarında "Türban sorununu çözmek na­mus borcumuz", "Türban Bayragımızdır" diyorlardı.Musa'nın dikensiz gül bahçesindeki yeni tomurcuklarıyla buluşmak dileğiyle.
Ergün Poyraz 06.06.2007-Ankara


Musa'nın Mücahitiİbrahim Arınç'ın annesi Raziye'nin, 13691690184 nu­maralı kimlik bilgilerinden gördüğümüze göre baba adı Meh­met, annesinin ismi ise Gılman'dı. Raziye Hanım Bergama'da dolmuştu. Bergama'ya da Girit'ten gelmişlerdi. Girit'e gitme­leri ise Siirt'in Baykan ilçesi Arınç köyünden olan, Arınç aile­sinin Tunceli ve yöresinde isyana kalkışmaları sonucuydu. Böylece Tayyip'in karısı Emine'den, Abdullah Gül'den, Beşir Atalay'dan sonra Siirt kökenli olduğu belgelenen Arınçlar, Be-dirhan aşiretinin uzantılarındandılar. Osmanlı bunları Girit'e sürdükten sonra Girit isyanları başlamıştı. Arınç'ın İbrani kö­kenli dedeleri Osmanlı'ya başvurarak bugünkü deyimle Koor­dinatörlük istemiş, koordinatör olmalarının ardından Girit eli­mizden çıkmıştı.
Girit'in elimizden çıkmasının ardından Arınç ailesi Mani­sa'ya yerleşiyorlardı. Manisa, Yunan'a kurşun atmadan teslim olan tek ilimiz olarak tarihte yerini alıyordu. Manisa'da yetişen Bülent Arınç, Meclis Başkanı olduğu zaman 12 mil olayının Yunanistan lehine kabul edilmesini istiyordu.Oysa Bülent Arınç, Mekke'de sarı, kırmızı ve yeşil renkli bir çadırda yaptığı açıklama da Yunanistan'ı Helencilikle, Me-galo İdea peşinde koşmakla suçluyor ve ardından kükrüyordu: "Kahpe Yunan"
***
Ergün Poyraz’ın Musa’nın Mücahidi adlı kitabı işte böyle çok ilginç bir anlatımla devam edip gidiyor. Ergün Poyraz nerede diye merak ettiyseniz söyleyeyim. Silivri de Ergenekon davasında tutuklu yargılanıyor. Ergün Poyraz 31 Ocak 1963 İstanbul doğumlu bir araştırmacı yazar. Adalet ve Kalkınma Partisi, ideolojisi, parti kurucuları ve ileri gelenleri hakkında yazdığı Hilafet Ordusundan Arap Kürt Partisine, Patlak Ampul, Musa'nın Gül'ü, Musa'nın Çocukları, Musa'nın Mücahiti, Musa'nın AKP'si, AKPapa'nın Temel İçgüdüsü gibi muhalif kitapları ile tanındı. Bu kitaplar nedeniyle bazı çevrelerce antisemit olmakla suçlanmaktadır.

Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi Dış Politikayı Değiştirecek:12 Mil Artık Savaş Nedeni Değil! Bu haberi basından okumuşsunuzdur sanırım. Önümüzdeki 10 yıl içindeki en büyük sorunlardan birinin bu olacağına iddiaya şimdiden girebilirim. İsrail Yunanistan ile yakınlaşıyor ve bizim AKP hükümeti de böyle bir değişime gidiyor. Yunanistan 12 mil iddiasından vaz geçmiş değil ki.
27 Ağustos 2010 Cuma
UĞUR ÖZALTIN

26 Ağustos 2010 Perşembe

Artık Hanefi AVCI’dan Öncesi Ve Sonrası Vardır!

Hanefi Avcı ve kitabı bir işaret fişeğidir!

Eskişehir emniyet müdürünün açıklamaları, Türk milleti, yedi düvelce dayatılan bir referandum’un önünde diz çöktürülmüşken, gündeme düşmüştür.

‘Haliç’de Yaşayan Simonlar. Dün Devlet Bugün Cemaat’ adlı kitaptaki açıklamalar, gidişata ‘DUR’ emridir. Yazarı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin halen görevde olan bir emniyet müdürüdür.

Kitap, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm kurumlarına gizli bir örgütün sızdığını belgelemektedir. Bir suç duyurusudur!

BU KİTAPTAKİ AÇIKLAMALAR, BU HÜKÜMETİN İSTİFASINI GEREKTİRİR.

Hanefi Avcı’nın kitabında yaptığı açıklamalar eski istihbaratçı Mahir Kaynak’ın söylemiyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin ‘KARŞI HAMLESİ’dir.

Emekli MİT görevlisi Kaynak, ‘…kitabın yayınlanmasını bir karşı hamlenin ilk adımı sayıyorum. Bundan sonra kitapta ileri sürülen iddiaları destekleyecek birçok yeni verilerle karşılaşacağımızı ve buna başka güç odaklarının da destek vereceğini düşünüyorum. ‘ diyor. (Star gazetesi 22.8.2010)

Kitapta, 3 yıldır aralıksız sürdürülen bir hukuk skandalının en yetkin ağızdan deşifresi yapılmıştır. Bir emniyet müdürü, ‘Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün / cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir.’ demektedir.

Özel yetkili mahkemelerin tüm hâkim ve savcılarının derhal emsali hâkim ve savcılarla değiştirilmesi gerektiğini, aksi takdirde cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatının güvencede olmadığını söylemektedir!

Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı:

‘Son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan Fethullah Gülen cemaatidir, onlardan bilgi alan da, onlar adına konuşan da cemaatin adamlarıdır. Tarafsız basın mensubu, devletin polisi, savcısı numarasını artık kimse yutmasın, bu işler Emniyet ya da hukuk adına yapılmıyor, cemaatin planı ve programı doğrultusunda cemaatin talimatı ile gerçekleştiriliyor.’ demektedir.

Türkiye’de adaletin uzun zamandır çürümekte olduğunu, ama bu süreçte yok edildiğini belgelemekte, ve eklemektedir:

‘Böyle giderse iş adaletten çıkacak ve insanlar silaha sarılacak.’

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Bütün bu açıklananlar uzun bir süredir belli bir kesim tarafından net olarak bilinmekle birlikte, Hanefi Avcı’nın, bir emniyet müdürünün, uzun ve itibarlı bir kariyer sahibi bir güvenlik görevlisinin bu açıklamaları, Türkiye’nin her köşesinde yankılanmalı, ayrıntılarıyla bilinmelidir.

Yaygın medya 3 maymunu oynasa da bu kitabı, bu açıklamaları her Türk vatandaşının bilmesi sağlanmalıdır.

Türkiye tarihinin en tehlikeli dönemecindedir. Yedi Düvel’in önümüze sürdüğü bu referandumla ‘altın vuruş’ planlanmıştır.

Bu referandum oyunu, ABD damgalı bir cemaat ve bir terör örgütünün ASIL AMAÇLARINA ulaşmak için kullandığı bir arayoldur.

Asıl amaç, ‘Amerikan tipi islam’ ile halkın koyunlaştırılarak, başına her gelene kafa sallaması, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin küresel çetenin bir eyaleti olması, kukla Kürdistan’ın petrol ve maden havzasına kurdurulmasıdır.

Bu referandum değil, Hasan Demir’in deyişiyle FEDE/RANDUM’dur.

Türk devletleri asırlardır, binlerce oyunu BERTARAF ederek bugüne geldi.

Hanefi Avcı ve açıklamaları bir işaret fişeğidir! Bu açıklamalar ve belgeler, onun gibi her şeyi bilen ama susanlara konuşma gücü verecektir!

Ve 20 gün sonra, Türkiye’nin bekasına kastedenlere ‘HAYIR!’ denecektir.

ABD’ye ve içerdeki uzantılarına, Cemaate, PKK’ya, TESEV’e ve batının tüm sırtlanlarına İNAT!





Banu AVAR, 23 Ağustos 2010

Allah Cezanızı Versin!..

İSLAMCILIĞIN cıcığını çıkarttınız, Allah belânızı versin!.. Ben çoğunuzun o eski mücahitlik günlerini bilirim, ne nutuklar atıyor, mangallarda kül bırakmıyordunuz. Sonra mücahitlik postunu çıkardınız müteahhit oldunuz.

Müslümansan, hangi meşreb ve mezhepten olursan ol, mutlaka doğru ve dürüst olmak zorundasın. Siz yıllar var ki, doğruluk şişesini taşa vurup paramparça ettiniz. Allah bin kere belânızı versin!

Namaz kılıyor, günde onlarca defa Allah'tan sirat-ı müstaqime (doğru yola) kılavuzlamasını lisan ile niyaz ediyorsunuz ve hayatta tam tersini yapıyorsunuz.

Bre uğursuzlar!..

İslam'da devlet ve belediye bütçelerini hortumlamak var mıdır?

Rüşvet almak var mıdır?

Haram yemek var mıdır?

Her türlü emanete hıyanet etmek var mıdır?

Yalan söylemek, halkı aldatmak var mıdır?

Arsa ve arazileri yapılaşmaya açarak, binalara fazla kat çıkma izni sağlayarak haram komisyonlar almak var mıdır?

İhalelere fesat karıştırmak var mıdır?

Haram yollarla süper zengin olmak var mıdır?

Size beddua ediyorum. Allah belanızı versin!.. İki yakanız bir araya gelmesin!.. Haram servetlerinizi huzur içinde yiyemeyin emi!..

Müslümanların yüzünü kara çıkarttınız... Başınız belâdan kurtulmasın.
Mehmet Şevket Eygi-Milli Gazete

23 Ağustos 2010 Pazartesi

REFERANDUMA DOĞRU…

Ülke gündemi dâhili ve harici dayatmalarla allanıp pullanıyor, zemin ise son derece kaygan… Hedef ise vatanın bölünmez bütünlüğü ve ulus devlet…
12 Eylül’de bir referandum yapılacak ve Anayasa değişikliği halkın takdirine sunulacak. Ancak Anayasa taslağının içeriğinden söz eden pek yok.
Biz bu kısa söyleşinin ilkini Sayın Figen Özen ile yaptık, umarım keyifle okur ve dostlarınızla paylaşırsınız.
Sorular ve Yanıtlar:
Gazanfer ERYÜKSEL: Sizce bu Anayasa değişikliği neler içeriyor? Eğer üstü örtülmeye çalışılan değişiklikler varsa nelerdir? Gösteren gösterilen ilişkisinde durum nedir?

Figen ÖZEN: Sn. Eryüksel, bildiğiniz gibi ben hukukçu değilim. Ama Yargı’da, özellikle Anayasa Mahkemesi’nde yapılmak istenen değişikliklerin, Yüce Mahkeme’nin, iktidarın yararına kararlar verecek aile mahkemesi haline getirilmek istendiğinin farkındayım.

12 Eylül’de halkın oylarına sunulacak anayasa taslağının, Prof. Dr. Ergun Özbudun tarafından hazırlandığını ve bu konuda Türk halkı bilgilendirilmeden, ABD’den icazet almak üzere önce Amerika’ya daha sonra da AB ülkelerine gönderildiğini hepimiz biliyoruz.
Bu anayasa taslağı insan hak ve özgürlükleri temel alınarak hazırlanmamıştır. ABD ve AB’nin dayatmacı politikaları bu taslağın temel taşlarıdır.
Memura ve işçiye grev hakkı tanınmamakta ve sorunların Hakem Kurulu’nda çözülmesi öngörülmektedir.
Aslında var olan memur ve işçi hakları bu taslakta, daha da daraltılarak, Hakem Kurulu’nun insafına terk edilmektedir.
Gazanfer ERYÜKSEL: Referandumda tercihiniz “EVET” veya “HAYIR” ise nedenlerini söyler misiniz?

Figen ÖZEN: Sn. Eryüksel, sizin de çok iyi bildiğiniz bu taslak, doğrudan doğruya Cumhuriyet’in dönüştürülmesi ve Türkiye’nin bölünmesinin önünü açan bir yol haritasıdır.

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Size Anayasa’mızın 3. Maddesini aynen aktardım Sn. Eryüksel. Şimdi AKP Kurucular Kurulu kitabının 8. sayfasında yer alan bir başka maddeyi aynen aktarıyorum.

“Partimiz merkeziyetçi devlet anlayışından vazgeçilmesini öngörür.” Bu madde CFR’nin gönderdiği memorandumun gereği olarak tüzüğe de aynen alınmıştır. Bu Türkiye’nin eyaletlere bölünmesinin ve bir noktada Öcalan ve hempalarının “demokratik özerklik” dayatmasının kabulünün işaretidir.

Aynı kitabın 12 sayfasında ise” Partimiz, eğitim hizmetlerinin yerelleşmesinden ve özelleştirilmesinden yanadır.” denilmektedir.

AKP programına aldığı bu iki madde ile göz göre bir Anayasa suçu işlemektedir. Bu maddeler küresel patronların emriyle, BOP Eşbaşkanı’nın gayretleriyle Türkiye’nin bölünmesine doğru atılan adımlardır.

Ben bir vatanseverim. Tıpkı Mustafa Kemal gibi antiemperyalist Türk milliyetçisiyim. Her

Şeyden önce bağımsızlıkçıyım. Oyum elbette tereddütsüz “HAYIR” olacaktır.

Gazanfer ERYÜKSEL: Türkiye’nin yol haritası, “EVET” çıkarsa sizce nasıl şekillenecek, “HAYIR” çıkarsa nasıl?

Figen ÖZEN: İsterseniz bu sorunuza referandum neticesi “EVET” çıkarsa neleri engelleyemeyeceğimizi sıralayarak cevap vereyim.

Referandumda “evet” çıkarsa!

* Siz artık yabancılara toprak satışlarını engelleyemeyeceksiniz.

* Siz mayınlı arazilerin 49 yıllığına yabancılara kiralanmasını da önleyemeyeceksiniz.

* Siz Cumhuriyet’in dönüştürülmesini engelleyemeyeceksiniz.

* Siz Türkiye’nin başkanlık sistemine geçip eyaletlere bölünmesini de önleyemeyeceksiniz.

* Anglo-Amerikan sisteminin ülkeyi bölüp, “YUT”masını engelleyemeyeceksiniz.

* Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı olmasına rağmen, bir emperyalist proje olan eğitimin yerelleştirilmesini ve eğitimde “Eğitim Birliği Esası”nın yok edilerek ana dillerin kullanılmasına da ses çıkaramayacaksınız.

* Hatta içiniz yansa da, 82 Anayasası’nın “Değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez” maddelerinin, ayaklar altına alınıp paspas edildiğini görseniz bile başvuracak yüce bir makam göremeyeceksiniz.

* Türk kimliği, ülkenin milleti ile bölünmez bütünlüğü yok edildiği takdirde ses çıkaramayacak ve bunu engelleyemeyeceksiniz.

* Türkiye’nin Amerikan mandası olmasını, zaten emperyalist işgalin 1945 yılında başlamasıyla elinden alınan tam bağımsızlığının da yok edilmesini engelleyemeyeceksiniz.
YA ŞİMDİ İKİNCİ 12 EYLÜL'E HAYIR DERSİNİZ

YA DA BİR DAHA HAYIR DİYECEK TÜRKİYE BULAMAYACAKSINIZ!

UNUTMAYALIM BİZ 12 EYLÜL’DE TÜRKİYE’NİN VAR OLMA SAVAŞINI OYLAYACAĞIZ, KARARIMIZ “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” OLMALIDIR.


Gazanfer ERYÜKSEL: Sayın Özen, vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederim.

Figen ÖZEN: Ben teşekkür ederim.

Eski Newyork Büyükelçimiz Uyarıyor!

Referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, AKP tekrar iktidara gelmek
için istediği zemini hazırlayacak ve uzun dönemli hamlelerle ülkede
arzuladığı düzeni, denetime tabi olmaksızın, kurmaya devam edecektir.
Bu nedenle, referandum 2010 yılında yapılacak ama belki Türkiye'nin
2110 yılındaki yapısını etkileyecek sonuçları olacaktır.


Türkiye, Cumhuriyet döneminin en önemli yol ayrımına 12 Eylül 2010
sabahı varıyor. Halkoylaması, şeklen, anayasa değişiklikleriyle
ilgilidir. Ancak, 12 Eylül'de yapılacak oylama Türkiye'nin hayat
tarzı, toplumsal değerleri, siyaset anlayışı, dış ilişkileri, diğer
bir deyişle ülkemizin geleceğini yeni baştan belirleyecek bir sonraki
dönemin oylaması olacaktır. Diğer bir deyişle referandumda oylanacak
olan Türkiye'nin gelecekteki yapısı, kaderi ve uygarlık iddiasıdır.

Anayasa değişiklik paketinin içine başka unsurlarla süslenerek
konulmuş olan ve iktidar partisinin asıl hedeflediği bir nokta vardır
ki açık hedefi itibarıyla referandumun can alıcı noktasını
oluşturmaktadır. İktidar, paketin içine yerleştirdiği malum maddelerle
hukukun üstünlüğü yerine siyasi iradenin hâkimiyetini kurmayı
amaçlamaktadır. Yargı, özellikle Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek
yargı organları, bugün iktidar partisi tarafından icraatları önünde
birer engel olarak görülmektedir. Yargıyı da siyasi vesayet altına
alarak iktidar bilinen dünya görüşünü hayata geçirmek için mutlak
(denetime tabi olmamak anlamında) bir güce sahip olmayı
amaçlamaktadır. Demokrasimizin bekası bakımından bu yaklaşım yeterince
tehlikelidir.

İktidara güvenoyu meselesi

Ancak iktidar partisi referandumla daha da stratejik bir iddia
gütmektedir. Referandum tekrar iktidara gelmek için tasarlanmış bir
ara basamaktır. Paket bilinçli olarak birbiriyle ilgisiz maddelerden
oluşturularak vatandaş topluca "evet" ya da "hayır" oyu kullanmaya
mahkûm edilmiştir. Bunun demokratik seçim hakkıyla ilgisi yoktur. "Ya
benimlesin, ya benden değilsin" dayatmasıdır. 42 milyondan fazla
seçmenin belki sadece birkaç on bininin, o da yaklaşık olarak
anlayabildiği bir paket oylanacaktır.

Dolayısıyla, konu anayasa değil, iktidara güvenoyu meselesidir. Eğer
maksat daha iyi bir anayasa olsaydı, sadece birkaç yıl önce,
"Türkiye'nin ihtiyacı yeni bir sivil demokratik anayasadır!"
söylemiyle ortaya çıkan, hatta bir de taslak hazırlattıran bugünkü
iktidarın bu savına uygun hareket eder, "genel seçimlerden sonra yeni
bir anayasa" demesi gerekirdi. Oysa tamamen iktidarda tutunabilmek
saikiyle bir referandum tasarlanmıştır. Referandum sürecini Türk
mahkemeleri önünde süregelen çeşitli davalar ve Yüksek Askeri Şûra
toplantılarına paralel bir takvim içinde götürerek de kamuoyu Türk
demokrasisinin hem sözde "yargı vesayeti", hem "askeri vesayet"ten
kurtarılmakta olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. İktidar partisi
"askeri etkiden arındırılmış sivil demokrasi" ve "üstünlerin hukuku
yerine hukukun üstünlüğü" gibi kulağa hoş gelen, ancak Adalet ve
Kalkınma Partisi liderlerinin emelleri bakımından bambaşka anlamlar
taşıyan bu savlarla demokrasi ve özgürlük adına hareket ettiklerini
iddia etmektedir.

AKP'nin hedefi

Ne var ki, bu iddia AKP liderlerinin gerçek hedefini örtememektedir.
Artık gizlisi saklısı da pek kalmamış olan bu hedef, "laik değerlere"
değil, "inançlara" dayalı yeni bir toplumsal düzen yaratmak ve bu
farklı Türkiye için küresel planda yeni bir adres belirlemektedir. Bu,
"ikinci Cumhuriyet", "neo-Osmanlıcılık" gibi söylemleri çok aşan, laik
olmayan esaslara dayalı bir toplumsal yaşam, din ile devlet işleri
arasındaki çizginin kaldırılmış olduğu, "hukuk"un üstünlüğü yerine
"inanç" üstünlüğünün hâkim kılınacağı ve buna uygun bir dış
politikanın izleneceği bir düzenin özlemidir.

Demokratik özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar sözde kaldırılarak özel
alan konusu olan inanç uygulamaları kamu alanına taşınacaktır.
Türbanın üzerindeki bilinçli olarak gündemde tutulan siyasi tartışma
bu tasarımın kırılma noktalarından sadece birisidir. Bu sürecin
anlamı, Cumhuriyetimizin temelinde yatan ve laikliğin en kesin ifadesi
olan, egemenliğin bu dünyaya, insana ait bir kavram olduğunu ifade
eden "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin anlamını
yitirmesidir. Sürecin önü kesilmediği takdirde üreteceği sonuç ise
laik bireylerin hür iradesine dayalı bir ulus-toplum yerine,
cemaatlerden oluşan bir ümmet, laik ve eşitlikçi kuralların değil,
herkesin sorgulamadan kendini tabi saydığı dini esas ve normların
egemen olacağı bir toplum düzenidir. AKP sekiz yıl önce iktidara
geldiği güne göre bugün daha cesurdur ve daha fazla özgüvene sahiptir.
İlk dönemde AB trenine binerek çıktığı siyasi yolculuğun önemli bir
merhalesini, Avrupa ve Amerika'da kendisine uzun süre devam edecek
destek de sağlayarak tamamlamış, gerek kalmayınca da AB'ye katılma
hedefi "Avrupalılar bizi istemiyor" bahanesiyle bir kenara itilerek
trenden inilmiştir.

Çelişkiler yumağı

Bugün Türkiye bir çelişkiler yumağı, gerilim ve sevgisizlikle dolu bir
ülke haline gelmiştir. İç ve dış açılımlarla Türkiye içerde
kutuplaşmalara dışarıda ise belirsizliklere mahkûm edilmiştir. Ülke
ekonomisi zenginleşirken halkı yoksullaşmış, üniversite mezunu
gençlerin sayısı artarken iş bulamayanlarının sayısı büyümüş, kadın
hakları kâğıt üzerinde sözde düzeltilirken kadınlar eve, tesettüre,
çocuk yapma, töre ve kuma gibi çemberlerin içine sıkıştırılmışlardır.
Çocuklar ve gençler çağımızın ihtiyaçlarının çok gerisinde kalan
yetersiz bir eğitim sisteminin yükü altında ezilmektedirler. Etnik
köken, izlenen yanlış politika ve gelişigüzel açılımlarla,
birleştirici, zenginleştirici bir unsur olmaktan çıkmış, bugün
toplumsal gerginliklerin ana kaynağına dönüşmüştür. Çözüm üretmesi
gereken siyasetçiler ise ülke enerjisini kısır kavgalarıyla
tüketmekte, toplum psikolojisini tehlikeli bir biçimde bozmaktadırlar.

Dış ilişkilerimizde de iç dönüşüme bağlı olarak, AB ve Avrupa-Atlantik
camiasından bilinçli bir uzaklaşma, buna mukabil ağırlıklı olarak
Müslüman ülkelerle kararlı bir yakınlaşma politikası izlenmekte, dine
dayalı bir bakış açısıyla uyumlu bir dış politika ekseni
oluşturulmaktadır.

Sonuç:

Referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, AKP tekrar iktidara gelmek
için istediği zemini hazırlayacak ve uzun dönemli hamlelerle ülkede
arzuladığı düzeni, denetime tabi olmaksızın, kurmaya devam edecektir.
Bu nedenle, referandum 2010 yılında yapılacak ama belki Türkiye'nin
2110 yılındaki yapısını etkileyecek sonuçları olacaktır.

Türkiye, laik demokratik siyasi bir yapı, güçlü bir ekonomi ve
toplumsal barışla ve bu doğrultuda hazırlanıp hayata geçirilecek
yepyeni bir anayasayla 21. yüzyılın yükselen yıldızlarından biri
olmalıdır, olabilir. Bunu sağlayacak güç vardır. Bu güç vatandaşımızın
sağduyusudur. 12 Eylül günü yapılacak olan halkoylaması, ülkemizin
geleceğine sahip çıkmak için hayati bir fırsat, bu fırsatı doğru
değerlendirmek ise her birimizin tarihi sorumluluğudur.
Faruk LOĞOĞLU Emekli Büyükelçi

"EVET" DİYENLERE SESLENİYORUM

Ne bildiğimiz elbette önemlidir ama bildiklerimiz karşımızdakinin ne anladığıyla sınırlıdır, yani “anlaşıldığımız kadar bileniz” demektir.

Günümüz sorunu da budur; AKP’ye “Evet” diyenler ya da diyecek olanlar henüz tehlikenin farkında değil.

Onların bir suçu yok, çıkarları peşinde koşanları saymayın, Türkiye’de öğretim ve eğitim ortalaması ilkokul 3.4, Doğu’da bu oran daha da ürkütücü.

Bir şeyler yapmamız lazım, sesimizi insanlarımıza duyurmamız lazım, daha çok çaba göstermemiz lazım.

Ulaşabildiklerimiz bizi anlıyor, tehlikeyi görüyor ama ya ulaşamadıklarımız?

Tehlike büyük…

İstanbul soruşturması eliyle resmen istihbarat yaptılar ve ülkemizin Atatürk Cumhuriyeti’ne sahip çıkma azim ve kararlılığında olan aydın insanlarını takibe aldılar.

Soruşturmaya kenardan ya da köşeden takılan ADD gibi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi, bu derneklere destek veren iş adamları gibi herkesi takibe aldılar; iş hayatları, özel hayatları, mali kaynakları, bilgisayarları, banka hesapları, aklınıza gelebilen her şeyi izlemeye aldılar ve izliyorlar. Bu işin resmi kısmı, bir de resmi olmayanları var…

Kişisel kanaatimdir bu, bizim gibi düşünen tüm insanlarımızı izliyorlar, telefonlarını dinliyorlar, bilgisayarlarına girip araştırıyorlar, banka kayıtları, iş ilişkileri, özel ilişkileri, bir insanoğlu ile ilgili kişisel ve toplumsal yaşamının her parçasını izliyorlar.

Kurumları izliyorlar, TSK gibi, Yargıtay gibi, Danıştay ve Sayıştay gibi, hakim ve savcılar gibi, jandarma ve polis gibi, telefonlarını dinliyorlar, bilgisayarlarını izliyorlar, adım adım takip ediyorlar…

Bir devlet ve bir millet hakkındaki istihbaratı yapma gücü ne polis de var, ne asker de ne de MİT de, peki kim bunlar?

ABD-İngiltere ve İsrail yani CIA, MOSSAD ve MI 5, yani yabancı ülke istihbarat ajanları. Ama bunların gücü de sınırlı, nasıl erişecekler devlete ve millete?

İşte burada AKP siyaseti devreye giriyor ve devletin ve milletin kapılarını yabancı istihbarat örgütlerine açıyor, benim inancım budur. Devlet arşivleri yabancı ajanlara açık, bu demektir ki milletimizin tarihini didik didik edip inceliyorlar. Ne için?

Devlet kaynakları yabancı istihbarat örgütlerine açık, bu demektir ki TELECOM gibi teknik şirketlerin alt yapısını kullanıp bizi izliyorlar, korku değil bu yaşadığımız gerçek!

Sekiz yılda yapacaklarını yaptılar; insanlarımızın düşünce sistemine göre analizini yaptılar, gruplandırdılar, iş sahalarına göre ayırdılar, mali durumlarına göre sınıflandırdılar ve AKP siyasetine karşı çıkması olası potansiyel güç durumlarına göre etkisiz hale getirme çalışmalarına başladılar, İstanbul soruşturması bir örnek, ardında maliye var, gümrük var, vergi var, ihaleler var, satışlar var…

Sonuç; İnsanlar bir araya gelemez oldu, telefonla konuşamaz oldu, iktidar karşıtı tavır alamaz oldu, sivil toplum çatısı altında çalışma yapamaz oldu, bu çalışmalara destek veremez oldu, bu bizleriz, bizim gibi düşünenlerin hali bu.

Öte yandan iktidarı destekleyenler ise parasal güç oldu, siyasi güç oldu, makam ve mevki sahibi oldu, sadece kendileri değil yedi sülaleleriyle birlikte.

Bakınız Erdoğan’ın oğullarına, bir milyon liraya yani 750 bin dolara yalı almış ve fakir Erdoğan da bu yalıyı oğlundan kiralamış, tıpkı oğluna spor sahasında düğün yapıp, bu fakir halktan üç çuval altın toplayıp, kuyumcuya satıp, karşılığında 250 bin lira alıp, sonra da oğlundan bu parayı borç alıp iş yapması gibi, sürekli alıyorlar ve satıyorlar ve de kazanıyorlar.

Peki bu iş nereye kadar gider?

Referanduma kadar gider…

Bakınız HSYK’na, yine atama yapamaz oldular, AKP siyasetinin karşı çıktığı hakim ve savcı ataması yapamıyorlar. 12 Eylül referandumunda evet çıkarsa, yeni düzenlerinde artık AKP atayacak savcıları, hakimleri.

Bu gidişatın sonu uçurumdur, geri dönüşü çok ağır bedellere yol açacaktır, gerçeği görmezden AKP’li olsanız da gelemezsiniz.

Bizim zamanımızda bir şey olmaz demeyin, olan çocuklarımıza olacak, AKP’li de olsanız çocuklarımızın geleceğini tehlikeye atamazsınız.

Bakmayın siz PKK karşıtlığı laflarına, bunlar bir tuzak. AKP-PKK ittifakı çok yakında medya günlüğüne düşer, merak etmeyin, aynı yolun yolcusu bunlar. PKK’nın partisi seçimleri boykot edecekmiş, yalan bunlar, göreceksiniz DOĞU’da %90’lar düzeyinde evet çıkacak, kalan hayır oyları da biliniz ki cehaletten çıkacak.

Ya Alperenlere ne demeli? Ya milli görüşe ne demeli? Tehlikeyi görmüyor mu onlar da evet diyeceklermiş AKP siyasetine!

AKP siyasetine evet demek, Kıbrıs’ı Rumlara, Kerkük’ü Barzani’ye vermek demektir.

AKP siyasetine evet demek, Afganistan’a savaş için gitmek demektir.

AKP siyasetine evet demek, Azerbaycan’ı yok saymaktır.

AKP siyasetine evet demek, ülkemizi kardeş kavgasına sürüklemek, PKK’yı Doğu’da devlet içinde devlet yapmak demektir, bu mu milliyetçilik, bu mu milli görüş!

AKP’YE EVET DİYECEK OLAN KARDEŞLERİMİZE SESLENİYORUM.

Biz bu ülkenin sahibiyiz, AKP de bizim, CHP de bizim, MHP de bizim. Bu partilere oy veren insanlarımız bizim kardeşlerimizdir.

Burada anlatmak istediğimiz şudur; “AKP parti olarak bizim ancak izlediği siyaset olarak bizim değildir”. Bu siyaset bizim destekleyeceğimiz siyaset olamaz, çünkü bize hizmet etmiyor. ABD’ye ediyor, AB’ye ediyor, İsrail’e ediyor ama bize hizmet etmiyor. “Bize hizmet etmeyen bir siyaset bizim olamaz”.

Bugün söz konusu olan bir siyasi parti değildir, bize yabancı bir siyasetin bizim oylarımızı kullanarak vatanın birliği ve bütünlüğünü tehlikeye düşürmesidir, yani söz konusu olan vatanımızdır.

12 Eylül’de yapılacak referanduma siyasi partilerimiz için gitmeyeceğiz, vatanımız için gideceğiz ve bu siyasete DUR diyeceğiz, bu gidişata HAYIR diyeceğiz.

AKP siyasetini destekleyenler bir kez daha düşününüz, çocuklarınıza nasıl bir ülke bırakacağınızı bir kez daha düşününüz, çünkü bu yolun sonu uçurumdur ve bu uçuruma düşüp düşmemek elinizdedir, ama bu uçuruma biz değil çocuklarımızın düşeceğini unutmayınız...
Erdal Sarızeybek

22 Ağustos 2010 Pazar

Cumhurbaşkanına Açık Mektup

Sayın Cumhurbaşkanım,

Star Gazetesi yazarı Prof. Dr. Mehmet Altan; Size hitaben açık bir mektup yayınladı.

Bu mektupta, Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında ağır ithamlarda bulundu ve “Türk Ordusunun Başkomutanı” sıfatınıza işaret etti ve:

“ Birbiriyle çarpışıyormuş gibi görünerek bu toprakların farklı cephelerdeki masum çocuklarını öldürterek, mevcut pozisyonlarını sürdürmek isteyenlerin bu kanlı vodviline son vermenizi” istedi.

Diğer bir deyimle; Başkomutanı olduğunuz Türk Ordusu’nun PKK ile işbirliği yaptığını, danışıklı dövüş şeklinde masum çocukları öldürdüklerini ve böylece pozisyonlarını sürdürmek istediklerini iddia etti. Ayrıca, Türk askerini şehit eden bölücü teröristleri de, masum çocuklar sınıfına soktu.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Bugüne kadar Türk Ordusunu karalayan ve aşağılayan hiçbir yalan ve iftiraya cevap vermediğiniz gibi, kamuoyuna açık olarak yayınlanan bu ithama da cevap vermediniz.

Kendisini savunmak zorunda kalan üniformalı asker, söz konusu yalan ve iftiralara cevap verdiği zaman, aynı kişiler “ demokrasilerde asker konuşmaz” yaygarasını basıyorlar.

Asker sustuğu zaman ise; Bakın gördünüz mü “sükût ikrardan gelir” diyerek, çamur atmaya devam ediyorlar.

Bu çevrelerin kimlerle işbirliği yaptıklarını ve amaçları ile hedeflerini deşifre ede edebilmek için;

1. Zatıâlinize, Amerika Birleşik Devletlerindeki KUZEY AMERİKA KÜRT ULUSAL KONGRESİ (Kurdish National Congress of North America) isimli örgütün 20 yıllık toplantı tutanaklarının bir özetini EK-1’de ve belgelerden yapılan detaylı alıntılar ile kaynaklarını ise EK-2’de sunuyorum. Arzu edilirse, orijinal belgeleri de e-posta ile gönderebilirim.

Anılan örgüt mensupları: Birleşmiş Milletler, ABD kongresi, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı (Pentagon), Kanada Parlamentosu, Kanada Hükümeti ve Avrupa Birliği ile çok sıkı ilişkiler kurmuşlardır. Yoğun lobi faaliyetleri yürütmüşler ve hatta ABD Başkanı BUSH ile yuvarlak masa toplantısı bile yapmışlardır. Yeni Başkan OBAMA’ ya yazdıkları mektup da internet sitesinde bulunmaktadır.

2. Ayrıca, ünlü ve radikal Kürt aydını İbrahim GÜÇLÜ’nün; TARAF Gazetesi ile bu gazetenin genel yayın yönetmeni Ahmet ALTAN hakkındaki tespitlerini de EK-3’de arz ediyorum.

Söz konusu belgelerin tetkikinden de anlaşılacağı üzere, bölücüler açıkça;

Ø Lozan Antlaşmasından sonra Kürtlerin varlığının inkâr edildiğini ve Kürdistan’ın büyük bölümünün Türkler tarafından işgal edildiğini ve bu nedenle Lozan Antlaşmasını tanımadıklarını ilan ediyorlar.

Ø Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, tek Türk ulusuna ve tek Kemalizm ideolojisine dayalı olarak kurulduğunu iddia ediyorlar.

Ø Devletin kuruluş felsefesinin, Türkler ile Kürtlerin ve diğer etnik grupların çıkarlarını temsil etmediğini söylüyorlar ve kuruluş felsefesine karşı çıkıyorlar.

Ø Türk üniter ulus devleti içinde, Kürtler ile Türklerin birlikte yaşamalarının mümkün olmadığını iddia ediyorlar ve ulus devlete karşı çıkıyorlar.

Ø Devleti yeniden federal bir model içinde tanımlayan bir kimlikler anayasasının hazırlanmasını istiyorlar.

Ø Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını bağımsız devlet, federal ve konfederal devlet şeklinde tayin edebilmesi için referanduma gidilmesini savunuyorlar.

Ø Devletin kuruluş felsefesinin dayandığı Kemalizmi yok etmeden, Türkiye Cumhuriyetini yıkıp yeni bir devlet kuramayacakları nı bildikleri için “KEMALİZMİ YOK EDECEK BİLİMSEL PROJELER HAZIRLADIKLARINI” açıklıyorlar.

Ø Bu projeleri uygulamaya sokabilmek için, kamuoyu oluşturabilecek nitelikte akademisyen, köşe yazarı ve kanaat önderlerinden uygun olanları satın aldıklarını itiraf ediyorlar ve bu bağlantıları el-cep ilişkileri olarak isimlendiriyorlar.

Ø Ayrıca “son zamanlarda daha çok İslamcılaşan Türk hükümetine nüfuz edebilmek için Kürtlerin İslam’a katkıda bulunduklarını ve bazı İslami örgüt ve cemaatlerle işbirliği yaptıklarını” açıkça kayıtlara geçiriyorlar.


Sayın Cumhurbaşkanım,

Kendilerini 2nci Cumhuriyetçi olarak isimlendiren Mehmet ve Ahmet ALTAN kardeşlerin, arşivlerde kayıtlara geçmiş olan yazıları incelendiğinde, aynen bölücüler gibi;

Ø Lozan Antlaşmasına karşı çıkıyorlar.

Ø Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğe dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini kapsayan ve kaynağını Atatürkçü düşünce tarzından alan, devletin kuruluş felsefesine saldırıyorlar.

Ø Üniter devlet anlayışını reddediyorlar.

Ø Ulus devlet modelinin çağdışı olduğunu iddia ediyorlar.

Ø Devletimizin kurucusu Atatürk’ü ve Kemalizm anlayışını, hayâsızca yalan ve iftiralarla değersizleştirmeye çalışıyorlar.

Ø Cumhuriyetimizin yılmaz savunucusu Atatürkçü Türk Ordusuna ve mensuplarına, bıkmadan ve usanmadan saldırıyorlar.


Sonuç olarak; açıkça görüldüğü gibi, noktası ve virgülüne kadar %100 bölücülerin eylem ve söylemleriyle örtüşüyorlar. Nitekim bölücülerle yaptıkları bu işbirliği nedeniyle, Kürt aydınları tarafından aşağıdaki övgülere mazhar oluyorlar:

Ø “Ahmet Altan, demokrasi ve Kürt sorununda sözü dinlenen, Kürtler içinde idol olan bir yazardır.”

Ø “Taraf Gazetesi yazarı Ahmet Altan 19 Mart 2009 tarihinde APO VE MANDELA başlıklı bir yazı yazdı. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Ahmet Altan’ın yazısından esinlenerek, bugüne kadar cesaret etmediği bir şekilde Diyarbakır’daki kitlesel Nevroz toplantısında Öcalan’ın Kürtlerin Mandela’sı olduğunu ifade etti ve af edilmesini talep etti.”

Ø “Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, Türk Ordusunun kirli savaşına karşı cepheden ve cesurca tavır alıyor.”

Ø “Taraf Gazetesi, Kürt sorununun çözümünü önemli ve temel kıstas olarak ele alan bir gazetedir.”

Ø “Aralık ayının sonlarına doğru yaptığı AÇILIM TOPLANTISI ile Taraf kendisine “yeni bir yer tayin ediyor.”

Ø “Taraf Gazetesi bu toplantı ile bir düşünce kulübü kadar bir siyasi kurum gibi davrandığını da ortaya koydu”

Ø “Yasemin Çongar’ın Amerika geleneğinden gelmesi ve ilişkileri göz önüne alındığı zaman, Taraf Gazetesi bir siyasi parti ve oluşuma doğru evrimleşebilir.”


Açıkça görüldüğü gibi, 2nci Cumhuriyetçi ALTAN kardeşler ve yandaşları, bölücülerle işbirliği içinde Atatürk Cumhuriyetinin temellerini dinamitlemek için, Cumhuriyetin en güçlü kalelerinden birisi olan ve Başkomutanlığını yaptığınız Türk ordusuna hayâsızca saldırıyorlar.

Diğer taraftan, Kuzey Amerika Kürt Ulusal Kongresi’nin tutanaklarında da kayıtlara geçtiği gibi; bölücüler tarafından “son zamanlarda daha çok İslamcılaşan Türk hükümetine nüfuz edebilmek için Kürtlerin bazı İslami örgüt ve cemaatlerle işbirliği yaptıkları” anlaşılıyor.

Nitekim dini hassasiyetlerini ön plana çıkardıklarını iddia eden bazı kişi ve gazetelerin sürekli ve sistemli bir şekilde Türk Ordunu ve mensuplarını “DİN KARŞITI” olmakla itham ettikleri gözlenmektedir. Oysaki

Ø Nisa Suresi 116ncı ve 48nci, Kehf Suresi 26ncı, Şûra Suresi 21nci, Zümer Suresi 65nci, En’am Suresi 117nci ve Tîn Suresi 8nci Ayetlere Göre;

“…ALLAH KENDİSİNE ORTAK (ŞİRK) KOŞULMASINI ASLA AFFETMEZ VE O HÜKMÜNE HİÇ KİMSEYİ ORTAK ETMEZ”

Ø Mâide Suresi 99ncu, Ra’d Suresi 40ncı, Ankebût Suresi 18nci, Nahl Suresi 35nci, Şûra Suresi 48nci, En’an Suresi 107nci, Yûnus Suresi 49ncu, A’raf Suresi 6ncı Ve Sâd Suresi 86ncı ayetlere göre ise;

“…RESULE DÜŞEN, AÇIK BİR TEBLİĞDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.” ve Yüce Allah Peygamberimize “…O HALDE TEBLİĞ ETMEK SANA, HESAP SORMAK BİZE DÜŞER.” Demek suretiyle ;” KULLARININ İMANINI YARGILAMA HAKKINI SEVGİLİ PEYGAMBERİNE BİLE VERMEMİŞTİR.”

Yukarıda arz edilen ayetler hilafına, kendilerini Allah yerine koyarak Türk Ordusu mensuplarının imanını yargılamaya kalkanların, şirke girdiklerine ve bölücülerle işbirliği yaptıklarına veya en azından bölücülerin değirmenine su taşıdıklarına inanıyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Söz konusu şer odakları, ağızbirliği içinde;

Ø Türk Ordusunun yenildiğini,

Ø PKK’nın Türk Ordusunu hallaç pamuğu gibi attığını,

Ø Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı, bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinden geldiğini,

Ø Bu "kurumsal yapı"ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız gerektiğini ve yeni bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız olduğunu iddia ediyorlar.

Vatanını, vicdanını, bilimini ve kalemini satmış olanların ve bölücülerin ağzıyla konuşanların bu gibi iddialarına cevap olarak, Amerika Birleşik Devletlerinin en önemli düşünce kuruluşu “RAND corporation’un” bir raporunu EK-4’de sunuyorum. Bu rapora göre;

Ø Bölücü teröristlerle düşük yoğunluklu harp içinde olan 30 ülke inceleniyor.

Ø Değerlendirme kriteri olarak 50 faktör kullanılıyor.

Ø Değerlendirmede 1984–1999 yılları kapsanıyor.

Ø Sonuç olarak; bölücü terörle mücadelede 22 ülkenin yenildiği ve 8 ülkenin ise terörü yendiği ortaya çıkıyor.

Ø Türkiye, bölücü terörü yenebilen sayılı ülkeler arasında yer alıyor.

Ø Son yıllarda terörün azgınlaşmasının ve Türk Ordusunun elinin ve kolunun neden bağlandığının sebeplerini ise, ellerini vicdanlarına koyarak siyasi iktidarların değerlendirmesi gerektiği kanaatindeyim.


Bu ülkenin Milli İstihbarat Teşkilatı ile Emniyeti, Başkomutanı olduğunuz Türk Ordusunu takip ettiği kadar, ortalıkta ayan beyan dolaşan ve fütursuzca meydan okuyan şer odaklarını da izleyebilirse;

Ø Bölücülerle işbirliği içinde kurulan tezgâhları,

Ø Bunların yurtiçi ve yurtdışı bağlantılarını,

Ø Bu odakların arkasındaki finansörleri,

Ø Anılan şer odaklarının, halkın vergilerinden oluşan devlet bütçesinden bir şekilde beslenip beslenmediklerini ortaya çıkararak teşhir edebilirler diye düşünüyorum.



Sayın Cumhurbaşkanım,

Dünyanın hiçbir ordusu, Başkomutanı olduğunuz Türk Ordusu kadar yalana, iftiraya, hakarete ve aşağılanmaya maruz kalmamıştır. Yeryüzünde, terörle mücadele eden kahramanların terörist muamelesi gördüğü başka bir ülke yoktur.

41 yıl bu Silahlı Kuvvetlere onurla hizmet etmiş ve 70 yaşına yaklaşmış emekli bir asker olarak, Türk Ordusunun Başkomutanından, şer odaklarına karşı açık, net ve kesin bir tavır almasını diliyorum.

Saygılarımla.

Hikmet YAVAŞ (İZMİR)

hikmetyavas@ gmail.com

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Evetçiler Amerika kıtasında

Önümüzdeki hafta yani referandum öncesi ne hikmetse gene Washington yolları taştan diye, gidiş gelişler sıklaştı. Önümüzdeki hafta Dışişleri bakanlığı müsteşarı ABD başkentine geliyor. Biliyorsunuz Başbakanın adına konuşan mütercimi de New York’a geldi. İftar sofralarında geziyor. Tam da Obama’nın 2010 Ağustosu sonunda Irak’taki askerlerini çekmeye başlayacağını söyledikten sonra. Tam da Ankara’da bu konuyla ilgili üç gizli bakanlar kurulu kararnamesinin olduğu yolunda söylentilerin arttığı bir sırada. Tam da 30 Ağustos’ta TSK’ da yeni bir kadronun işbaşına geçeceği sırada.

Görüyor musunuz ne kadar çok tesadüf üst üste gelmeye başladı. Hatırlarsanız sizlere daha öneki yazılarımda bu kürt açılımı konusunda ABD’nin beşli planından söz etmiş ve bunlar arasında federal özerk kürt bölgesi kurulması ile taraflardan birinin de Birleşmiş Milletler olacağını yazmıştım. Ayrıca Toronto zirvesi sırasında alay olsun diye Erdoğan Obama’ya ültimatom verdi diye yazmıştım. O yazıda Financial Times gazetesinde altı çizilen maddeleri sıralamış ve o konularda Erdoğan’ın sert olarak uyarıldığını belirmiştim.

Gazete bir kelimeyi yanlış kullandı. “Ültimatom”. Devletlerin birbirine ültimatom verdikten sonraki adımı savaştır. Tabiî ki Beyaz Saray, bu kelimenin kullanılmadığını açıklayacak. Tabiî ki böyle bir gelişme yok diyecek. Ama Beyaz Saray ve ABD Dışişleri sözcüleri o konular görüşülmedi demeyeceklerdir ve demediler de. Ama bizim külhan tavırlı yetkililerimiz için en gam ne kasavet. Sallamadı gibi gösterdi ama benim aklımda hep aynı soru, acaba bu günlerdeki siniri, krizleri bu yüzden mi diye?

Farkındaysanız Recebim iyice düzledi artık. Sinirini ve heyecanını gizlemiyor. Herkese kızıyor, bağırıyor, anlamadığı bilmediği konularda pot üzerine pot kırıyor. Ama olsun, ona göre “o başbakan. O herkese hakaret eder ama kimse ona cevap veremez, herkesin soyunu sopunu sorar ama kimse ona soyunu sopunu soramaz”

Yahu aklıma gelmişken sorayım, şaka değil resmen soruyorum, Tayip Erdoğan bey, siz Türk müsünüz? Hiç bu güne kadar ağzınızdan bu konuda bir kelime çıkmadı. Mesela bizler ne olduğumuzu söylüyoruz. Neden siz söylemiyorsunuz? Bir yamuk durum mu var? Yoksa Başbakanlara bu soru sorulmaz mı?
Dikkat ederseniz ben referandum yutturmacasına bugüne kadar girmemeye çalıştım. Ama evet oyu vereceklere bir çift sözüm var; verecekleri oyla kardeşlerini, oğullarını, akrabalarını kalleşçe tuzaklarla öldüren bir terör çetesinin isteklerine de evet diyecekler. PKK Kandil’den resmen açıkladı, hükümetle anlaşmışlar. Terör örgütüyle anlaşan bir hükümet, resmen ordusunu yenik ilan etmiş demektir.

Evet diyenler, bu yüzden memleketin parçalanmasına da evet diyecek. Evet diyenler, Tayip beyin padişahlığına da evet diyecek. Evet diyen kadınlar, siz talep etmeden Atatürk tarafından verilen haklarınızı kaybedeceksiniz. Savunmaya bile yeltenmediğiniz Atatürk’ün verdiği özgürlükleriniz gidecek, kocalarınızın birden fazla kadınla evlenmesine de evet diyeceksiniz. Evet diyen kadınlar, hani Erdoğan döneminde sahip olduğunuz jeepleriniz var ya onu kullanamayacak, çarşıya tek başınıza çıkamayacak, kocanızın bir boş ol lafı ile kendilerini kapının önünde bulacaksınız. Recep bey size bu durumu ima etti zaten.

Erdoğan’a Evet diyecekler, yoksulluklarını da tescil ettirecek. Evet diyecekler, senede bir hükümetin lütfettiği ve ulufe gibi kurdurduğu iftar sofrasında görecekler normal bir insanın neler yemesi gerektiğini, sonra 360 gün el açacaklar. Evet diyeceklere son kez fikirleri sorulmuş olacak. Bundan sonraki seçimler Saddam’ın Irak’ta yaptırdığı göstermelik seçimlere benzeyecek. Her taraf Ampul olacak sadece renkleri değişik sarı, yeşil, kırmızı ampuller seçilecek başkada parti olmayacak.

Evet diyecekler Türkiye’yi yedi düvelden kurtaran Mustafa Kemal ve arkadaşlarından da kurtulmuş olacak ve artık ölene kadar kim kendilerine bir şey sorsa hep evet diyip hayır deme hakkını kaybedecekler. Allah kabul etsin.
Savaş Süzal
19/Agustos/2010

Bogazlarımızı isteyen Stalin'e Atatürk'ün Yanıtı

BÜYÜK ÖNDER ATATÜRK İŞTE BÖYLE BİR DEVLET ADAMIYDI... MANGAL DEĞİL, TÜRKİYE KADAR YÜREĞİ VARDI... ŞİMDİ YOKLUĞUNDA DİL UZATAN PISIRIK ŞEREFSİZLERE İTHAF OLUNUR...

Stalin'in Sovyetler Birliği'nin başında olduğu dönemler... Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat Karakan... 1917 Ekim Devrimi'nin yıl dönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyor. Bu demecinde aynen şunları söylüyor:
"Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan'ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum..."

Aynı gece Ankara'da Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu densiz demecinden haberdar oluyor ve maiyetine emrediyor:

"Arbaları hazırlayın gidiyorum."

"Paşamız bu saatte nereye gidecekler?"

" Sovyet Sefareti'ne."

Mahiyetin etekleri tutuşur çünkü olayı kavrarlar, içlerinden birisi Atatürk'e:

"Paşa hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz devlet başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?"

"Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları." diye cevap verir.

Büyük önderimiz ve arabalar hazırlanır. Atatürk ve maiyeti, Sovyet sefaretinin kapısına dayanır.

Ulu önderimiz yüzü asık bir şekide yukarı çıkar ve o sırada sefarette büyük bir balo vardır. Atatürk kendisini karşılayan Büyükelçi Karakan'ı görünce:

"Merhaba Karakan" der ve aynı sert ifadeyle devam eder. "Rahatsız ettik ama sen benim şahsi dostumsun, kusurumuza bakmazsın.. Bir hususu esasından anlamaya geldim."

"Emredin Sayın Başkan"

"Ajanstan öğrendiğime göre, başbakanınız Stalin, Ardahan'la Boğazları istemiş, kararı katiymiş...Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii ki bu nutkun da bir sureti sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım."

Stalin'in nutku getirilir. Atatürk metnin o kısmını yanındakilere kelime kelime tercüme ettirir. Nutuk ajanstan geçen metinile aynıdır. Atatürk sorar:

"Karakan, sefaret telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın. Bu beyanatından vazgeçip geçmediğini sorduracaksın. Başbakanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bu gece gelecek çünkü benim senin başbakanından daha önemli kararım var. İstediğim cevabı almadan sefaretinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim..."

Karakan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Atatürk'ün söylediklerini aynen nakleder. Stalin'den gelen cevap büyük önderimizi tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir. "Stalin sürçü lisan eylemiştir. Boğazlar'la Ardahan'ı almak gibi bir arzusu katiyetle yoktur..."

Atatürk cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karakan'a hitaben "Karakan seni geri çağırırlar veyaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et."

Karakan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemen sonra bir telgrafla geri çağrıldığını açıklayarak: "Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile kafidir ancak memleketinizdeki vazifem sona ermiştir. Yarın hareket edeceğim."

Atatürk fazla ısrar etmez ve Çankaya'ya döner. On gün sonra şöyle bir haber gelir. Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Karakan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir.

Osmanlı padişahları hıristiyan mıydı?

AKP'nin tepesindekiler; her işi hallettiler de artık milletin soyu ile uğraşmaya başladılar. Tabii bu işte Melih Gökçek geride kalır mı? O da Kemal Kılıçdaroğlu'nun anası üzerinden soy araştırması yapıp işin içine Ermeniliği soktu.
Rıza ZELYUT

İnsanların kökenini araştırıp buradan kötüleme yapanlara bütün dünyada faşist denilir. Bu dünyadaki her millet, bir diğeri kadar değerlidir, şereflidir. Ama her kişinin bir milliyeti de vardır. Ben Kemal Kılıçdaroğlu'na şaşırıyorum. Kendi soyuna çamur atan bu adamlara iki kelime ile doğru dürüst cevap vermiyor diye.
Durum ortada: Kılıçdaroğlu ailesi; Horasan Erenleri dediğimiz Anadolu'yu manevi anlamda fetheden erenler soyundan. Dip dedesi Seyyit Mahmut Hayrani bir Türkmen ereni. Horasan'dan Konya -Akşehir'e yerleşen ailenin bir kolu, 1514 Çaldıran Savaşı'ndan sonra Alevi Türkmenlere yönelik Osmanlı baskısı yüzünden Tunceli bölgesine kaçmış. Herhalde saygın bir aile aranıyorsa; onunkinden ileride başka bir soy bulmak çok zordur..
İyi de Kılıçdaroğlu bunu bile söylemekten niçin çekiniyor? Bu kadar tevazuu eylerse, birileri de gerçek sanabilir...
BİRAZ OKU DA KONUŞ
Eğer analara bakarak, insanların kimliğini belirlemek mümkün olsaydı; o zaman Osmanlı padişahlarının büyük bölümünü biz Hıristiyan padişahlar olarak anacaktık. İnanmayan var ise, Necdet Sakaoğlu'nun araştırması olan 'Osmanoğulları'nın Ünlü Kadın Sultanları' isimli kitaba bakabilirler. Buradan öğreniyoruz ki:
Sultan 1. Murad'ın anası Holifera (Nilüfer) bir Rum kızıydı. Bu kadın; Orhan Bey'le evlendikten sonra da dinini değiştirmedi ve Hıristiyan olarak kaldı. Ne diyelim şimdi? Büyük zaferler kazanan 1. Murad, anası Hıristiyan diye Türk ve Müslüman sayılmayacak mı?
Yine Osmanlı Devleti'ni ikinci kez kurmuş sayılan Çelebi Mehmet'i ele alalım. Bu sultanın anası olan Despina Hatun da bir sırp kızıydı. Despina; Hıristiyan olarak kaldı. Böyledir diye Çelebi Mehmet Hıristiyan mı?
Fatih Sultan Mehmet gibi çağlar açan bir büyük sultanın anası Hüma Hatun'un da Stella isimli İtalyan bir Hıristiyan cariye olduğu söylenmektedir. Ne yapalım Melih Bey; Fatih Sultan Mehmet'i de mi anası Hıristiyanmış diye karalayalım?
Yine Yavuz Sultan Selim'in anası olan Aişe Gülbahar Hatun da Maçkalı bir Rum papazın kızı idi. Haydi Yavuz Sultan Selim'e de laf söyleyin Melih Bey...
Ya dünya imparatoru Kanuni Sultan Süleyman? Onun anası Hafsa Hatun da bir Hıristiyan cariye idi... Kanuni'yi de mi Hıristiyan ilan edip kötüleyelim?
2. Selim'in anası Roxelana -Hurrem Sultan'ı bilmeyen yoktur. Anası Ukraynalı Hıristiyan diye 2. Selim'i de mi çöpe atalım?
Geridekileri saymaya gerek kaldı mı?
Görüyorsunuz ki Osmanlı ailesinin baş kadınları genellikle Hıristiyan olmuş. Hal bu iken geçmişte kimse bu işi tartışma konusu yapmamış. Bizim atalarımız; aldıkları Hıristiyan eşin eski dininde kalmasına bile göz yumabilmişken bugün, kendisini gelişmiş, bilgili, demokrat sananların, 700 sene önceki Osmanlı atalarımız kadar hoşgörülü olmadığını görüp de üzülmemek mümkün müdür?
Siyaset adına kendi tarihine bile kara çalmak durumuna düşen Melih Gökçek gibileri kınıyorum.
Konuşmalarına ve tavırlarına bakın da siz söyleyin: Kılıçdaroğlu nere, Melih Gökçek nere?...

KÜRTLER EVET DİYECEK
Daha önce; Kürtçü parti BDP'nin referandumla ilgili olarak aldığı boykot kararının AKP'ye yarayacağını yazmıştım. Artık anlaşılıyor ki; AKP ile Kürtçü/Kürdistancı kadro anlaşmış. Bunu; PKK'nın şu andaki yöneticisi Murat Karayılan'ın, PKK çizgisindeki Fırat Haber Ajansı'na yaptığı son açıklama da gösterdi.
Terörist Karayılan, açıklamasında özetle diyor ki: 'Devlet, önderliğimiz (Abdullah Öcalan) ile görüşme talebinde bulundu ve ondan ateşkes istedi. Aslında Öcalan aradan çekilmişti ama bu istek üzerine yeniden devreye girdi bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize (dağdaki PKK'lılara) mesaj gönderdi.'
Görüyorsunuz ki devleti yöneten AKP iktidarı, terörist başı Öcalan'dan rica ediyor, o da lütfen ateşkes için adamlarına emir veriyor.
Böylece referandum öncesinde AKP ile PKK arasında bir siyasi bağlantı kurulmuş oluyor.
Bunun böyle olacağı zaten belliydi. Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı tam 85 yıldır Kürtçülerle gericiler işbirliği yaparak bir savaş yürütmektedir. 12 Eylül'de bu hükümetin dayatması olan anayasa değişikliğine evet diyecek olanlar! Sizler, teröristbaşı Öcalan'a yalvarıp ondan silahları hiç olmazsa referandum sonrasına kadar susturmasını rica edenlere evet diyeceksiniz. Mideniz kaldırıyorsa buyurun, efendim...
Rıza ZELYUT

19 Ağustos 2010 Perşembe

Referandum Üzerine Düşünceler Cevdet Coşkun

Bilindigi gibi, George Soros’un Türkiye uzantısı “Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı”nın (TESEV) hazırladığı 24 Haziran 2010 tarihli “Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler” başlıklı raporda, “Türk” isminin Anayasa’dan tamamen çıkartılması, “Türk milleti”, “Türk devleti”, “Türk vatandaşı”, ve “Türk kültürü” gibi ifadelerin kullanılmaması istendi ve yerine de “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” ibaresi konulması tavsiye edildi. Raporda ayrıca, “Türk milleti” yerine de “millet” sözcüğünün kullanılmasının yeterli olacağı vurgulandı.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı, Türklüğü öven hadisleri de “Peygamberimizin Çağımıza Mesajları” adlı çalışmadan çıkarttı. Bilindigi gibi, Polis Akademisi öğretim üyeleri de geçtiğimiz haftalarda hazırladığı bir raporda vatan sathında yayılı olan “Ne mutlu Türküm Diyene” yazısını, terör örgütüne katılımların önde gelen sebebi olarak göstermişti.

Türk olmayi içine sindirememis ve Ne Mutlu Türküm demeyi bile terör örgütüne katılımların sebebi olarak gören ve Mecliste 2 binden fazla yolsuzluk dosyası bulunan bir zihniyetin hazırlamış olduğu anayasa değisikligine "Evet" demenin ne kadar doğru olacağını takdirlerinize sunuyorum. Herşeyden önce Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın bir kısmını meclisin ve diğer kısmını da doğrudan cumhurbaskanının seçecek olmasını, adalet felsefesine ne kadar uygun düşeceğini düsünmenizi istiyorum.

Öte yandan yapılacak değişiklikle suç isledikleri gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan bir partinin üyelerinin meclise yeniden dönmesini sağlayacak maddenin anayasa taslağında yer alması hangi adalet ilkesiyle bağdaşır anlamak mümkün değildir. Sırf kapatılan Kürtcü partinin genel baskanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un meclise yeniden girebilmesi için,Kürt vatandaşlarımızın oyunu alabilmek gayesiyle böyle bir hükmü yemleme olarak anayasa taslağına koyduklarını düşünsek bile, yukarda izaha çalıştığımız, Türklüğü sadece anayasamızdan değil hayatın bütün sayfalarından çıkarmaya yönelik çabalarını gördükten sonra, bunun artık oy almağa yönelik bir çaba değil, doğrudan ülkemizin milli birliğine ve üniter yapısına yönelik bir eylem olduğunu düsünmekteyiz.

Görüldüğü gibi değişiklikler sadece yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesini vesayet altına almakla kalmıyor aynı zamanda devletin üniter yapısını da değiştiriyor. Bu değişiklikle devletin şirazesi yerinden oynatılıyor ki, eğer halkımız bunun farkına varmaz ve evet oyu verirse, ilerdeki yıllarda ülkemiz bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. O nedenle çok geç kalmadan, vatandaşımız önüne gelen sandığa bilinçli gitmek zorundadır.

Bu anayasa değişikliği ile parti kapatmayı kendi denetimlerine almak,hakimler ve savcılar kurulunun yapısını değistirmek ve kendi güdümlerine almak,anayasa mahkemesine kendi yandaşlarını tayin ederek yüce hahkemeyi ele geçirmek istemektedirler. Bu değişiklikler referandumdan geçerse ülkemiz faşizme gider. Hukukta yüksek yargı güvencesi ortadan kalkar.İktidar yargının tümüne hakim olur ki, bu durum vatandaşımızı bir partinin boyunduruğu altına alır. Zaten kör topal çalişan demokrasimiz büsbütün ortadan kalkar, sadece lafta kalır.

Bütün bu nedenlerle bu günden itibaren Turkiye Cumhuriyetinin onurlu bir bireyi olarak yaşamak isteyen herkes AKP’nin oynuna gelen insanımıza bu gerçekleri bıkmadan, usanmadan anlatmalıdır!

Bu değişiklikler referandumdan geçerse, asıl değiştirilecek maddeler, milletin önüne daha sonra getirilecektir. Kapanma ve yargılanma koşulları mevcutken bu zulümleri yapan iktidar, yargılanma korkusu kalmazsa ne yapmaz? Anayasa degisikligi mecliste iki bine yakin dava dosyası olan bir partinin milletvekillerince hazırlanmıştır. Bu değisiklik, kendini yargılayacak hakimleri kendilerinin seçmesi gibi bir garabeti de beraberinde getirmektedir.
Yandaş basın ve CİA+Soros kalemlerince toplum hafızasına kazınmaya çalışılan Federasyon alıştırmasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Referandumdan evet çıkarsa artık Federasyon önünde bir engel kalmayacak. Zaten “vatana ihanet” diye bir yargılama da yapılamayacaktır.
Anayasa Referandumunun Ramazan ayını müteakip, hemen Bayram ertesinde yapılması, daha önceki seçimlerde olduğu gibi bütün hesaplarını sadece yoksul halkı kandırmaya yönelik yapan AKP nin bir oyunudur. Şimdi seçim arifesinde Ramazan boyunca kurulacak iftar çadırları ve dağıtılack erzak poşetleri cahil ve yoksul halkın kolayca avlanmasına neden olacaktır. Gercekte vatansever olduklarından hiç kimsenin kuşkusu olmadığı bu vatandaşlarımızın bir şekilde uyarılması ve referandumun devletin bekasına ve millli bütünlüğümüze yönelik etkilerinin neler olacağı anlatılmalıdır.

En basitinden, getirilen bir maddeyle, ülkemizde bölücülük yaptığı için kapatılan partilerin meclis uyeliği düşen milletvekillerinin bu değişiklikle yeniden meclise dönebilecekleri anlatılmalıdır.


Güzel ülkemin onurlu vatandasları, bu hükümet senin varını-yoğunu sattı. Seni kendi ülkende yabancıya hizmetkar yaptı. Yıllardır oluşturduğun birikimlerin, stratejik fabrikaların ve önemli limanların satıldı ve buna rağmen de borcun arttı. Sen fakirleştin, kendileri zenginleşti. Utanmasalar sözde Ermeni soykırımını da tanıyacaklar. Ermeni canilerin Türk Kadınlarına tecavüz ettiği Van/Akdamar adasındaki kiliseyi senin cebinden tamir ettiler. Yetmedi, ayine açıyorlar. Bu senin onuruna, namusuna yapılan bir hakaret değil mi? Anayasadan Türk adını çıkaracağız dediler. Türk’e duydukları bu husumet sana bir şey anlatmıyor mu?

AKP bütün uygulamaları ile emperyalist güçleri denize döken isimlerden ve değerlerimizden intikam alıyor. Bu durum hükümetin kimin adına görev yaptığını izah etmiyor mu?

İşçiye, çiftçiye, hayvancılık yapanlara, memura, hakkını arayan öğrenciye copları ile saldıran hükümet PKK’ya niye bu kadar hoş görülüdür? Herkese mahalle ağzı ile cevap veren Başbakan, PKK’nın sivil uzantılarının tehditleri ve hakaretlerine, küfürlerine niye cevap vermiyor? Bunlari bir sorgulayin kafanizda.

Bu anayasa değişikliği Türk Milletine giydirilmek istenen ateşten bir gömlektir. Ya “evet” deyip bu gömleği giyeceksin, ya da “yeter” deyip bu gömleği yüzlerine fırlatacaksın.

Kaderini senin oyların belirleyecek, bu tarihi bir sorumluluktur, UNUTMA!!..

Cevdet Coşkun

Demokrasi Üzerine Düşünceler Cevdet Coşkun

Demokrasi üzerine bugüne kadar çok sey yazılmış ve çizilmistir. Demokrasiyi herkes farklı farklı tanımlamıştır. Kimisi demokrasiyi sayısal çoğunluk olarak görmüş, kimisi de demokrasiyi şarlatanların,ve ağzı güzel laf yapanların halkı aldattığı bir rejim olarak görmüstür.

Demokrasi nedir ve demokrasiden ne anlamaktayiz? Çoğumuzun aklına şu gelecektir. Demokrasi uluslararası bir kavramdır ve demokrasinin milliliği olamaz. Dünyanın neresine giderseniz gidin demokrasiden anlaşılan şey halk çoğunluğunun temsilcileri vasitasiyla kendisini idare edecek kişileri seçmeleridir.

Demokrasi sadece bu mudur? Yani halkın önüne bir sandık konacak ve halk seçim günü geldiğinde sandık başına giderek kendisine sunulan kişileri onaylamak mıdır demokrasi. Yoksa hayatımızın her alanında, aile içindeki davranışlarımızdan tutunuz, okulda, işyerinde, yaşadığımız her alanda uygulamamız gereken bir kavram mıdır?

Her milletin tarihinden gelen bilgi birikimi, kültürü, dini inançları gibi etkenlerden oluşan bir demokrasi bilinci vardır. Bu her millet ve kültürlerde farklı farklı oluşumlara neden olmuştur. İste Milli Demokrasi dedigimiz şey aslında budur. Kendi milli değerlerimizden oluşan Türk kültürü ve inançlarının, aile yasantısından, kamunun bütün alanlarına kadar yansıyan bir yaşam biçimidir.

Doğal olarak demokrasi dediğimizde ilk aklımıza gelen şey, halkın kendini idare edecekleri seçmesidir. Şimdi ülkemizdeki manzaraya bir göz atalım.

Gerçekten halkımız kendini idare edecekleri seçebiliyor mu? Yoksa seçim günü geldiğinde sandık başına gidip, önceden parti genel başkanlarının belirlemiş olduğu listeyi mi onaylıyor. Başka bir ifadeyle halkımız, ben çevremde yasıyan, benim kültürümü, örfümü, adetimi, geleneklerimi özümsemiş, çalıştığı alanda kendisini isbat etmis, dürüst, inançlı ve mecliste de kendisini gerçek anlamda temsil edebilecek yetenek ve gücte gördüğü bir kimseyi seçebiliyor mu, yoksa önüne parti genel başkanlarının koyduğu ve içinde asla onaylamıyacağı kişi veya kişilerin de bulunduğu listeye mi oy veriyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, halkımız istemiyerek kendi onaylamadığı kişilere de ister istemez oy veriyor ya da oy vermek zorunda bırakılıyor.
Partiler yasasında ön seçim şartı bulunmasına ve ön seçimin nasıl yapılacağına dair hükümler bulunmasına rağme, parti genel başkanları bu hükmü deliyor ve ön seçimsiz, parti üyelerinin görüşlerine itibar etmeksizin kendi belirlediği adayları millete onaylattırıyor.
Şöyle demek mümkün. Ben basbakanı seçiyorum. Başbakan da doğal olarak kendi çalışma arkadaşlarını belirliyor. Bunun ne sakıncası olabilir?

Bunun en büyük sakıncası, emperyalist güçlerin kendi istedikleri adamı demokrasi görünümü altında halkımıza seçtirmesi ve sonra ona dilediği şeyleri yaptırmasıdır.
Eğer ön seçim olur da, halk bir de dar bölge içinde kendi adayını yukarda belirttiğimiz öçülere göre belirleyip meclise gönderirse, o takdirde emperyalist güç daha çok kişiyi satın almaya uğraşacaktır ki, bu da hemen hemen imkansız gibi bir şeydir.
Burada aklımıza gelen şu var. Halk doğru kişiyi seçebilir mi? O yetenek halkımızda mevcut mu? Bazıları pazardan kavun seçerken bile keleğini seçiyor, milletvekilini seçerken o göreve layık olanı seçebilir mi?

Yazının başında demokrasinin şarlatanların ve ağzı güzel laf yapanların rejimi olduğunu iddia edenlerin bulunduğunu söylemiştik. Gerçekten de halkın seçimde aldanmasının önüne geçmek mümkün mü?

Tabii burada konu halkın bilinçlenmesine ve eğitimine geliyor. Eğer halk ülke sorunlarına karşı bilinçsiz ve duyarsız ise, bir takım dernek ve tarikatlarda beyni belli dogrultularda yıkanmışsa, olayları irdelemek ve sorgulamak yerine, kendine ezberletilenler doğrultusunda, sloganla düşünmeye alıştırılmışsa, doğal olarak sandık başına etki altında kalarak gidecektir.

Bilindigi gibi tarikatlar, şeyhler ve ağalar demokratik rejimin baş düşmanıdır. Buralarda insanların beyinleri belli doğrultularda daha küçük yaştan yıkandığı için, sandık başına giderken kendilerine ezberletilen doğrultuda giderler ve oylarını, tarikat liderinin, şeyhin ya da ağanın gösterdiği şekilde kullanırlar.

Zaten emperyalist güçlerin tarikat liderlerini, şeyhleri ve ağaları maddeten ve manen destekleme amacı da budur. Bizler tarikatlerin dinimizi doğru öğretilmesi amacıyla ortaya çıktığını sanırız. Hiç birimizin aklına, onları egemen güçlerin ve emperyalistlerin dilediklerini yaptırmak için kurdurdukları ve destekledikleri aklımıza gelmez.
Örneğin Osmanlı imparatorluğunun yıkılışında ilk isyanları başlatan Arap şeyh ve emirlerinin arkasında o zamanın emperyalist gücü İngilizlerin olduğunu hiç düşünmeyiz ya da bize bunu düşünme fırsatı verilmez.

Buradan da anlaşılıyor ki, demokrasinin yerleşmesinde en büyük engel, tarikatler, şeyhler, ağalar ve dini siyasallaştıran siyasilerdir.
O halde halkımızın yapacağı tek şey var. Kendisine, dini inançlarını okşayıcı tarzda hitap eden çığırtkanlara kuşkuyla bakacak, neden benimle Allah arasına girmek istiyor diyerek kafasında sorgulayacaktır.

Demokrasiyi ,daha doğru ifadeyle halkın doğru karar vermesini engelliyen bir başka konu da halkımızın yoksul kesimine devlet ve belediyeler aracılığıyla dağıtılan yardımlardır. Halkmız bu yardımın millet parasıyla oluşan hazineden değil de doğrudan iktidardaki partiden geldiğini düşünmektedir.
Nitekim ileri ülkelerde yoksul vatandaşlara dağıtılan her türlü yardım devlet ve belediyeler eliyle değil, Özerk kurumlar aracılığıyla dağıtılmaktadır. Hatırlanacağı üzere üniversite öğrencilerine burs ve yurt sağlayan Kredi ve Yurtlar Kurumu, hükümetin emrinde olmayan özerk bir kurumdu. Demokrasinin iyi işlemesi için bu kurumun yeniden işler hale getirilmesi ve yoksul vatandaşımıza dağıtılan erzak,yeşil kart ve benzeri yardımların da özerk kurumlarca dağıtılması anayasa hükmü haline getirilmelidir.

Yazımı bir anekdotla bitireyim: Bir tanıdığım, o bölgede tarikat öncülerinden biriydi. Bir seçim arifesinde kendisine hangi partiye oy vereceklerini sordum. Yanıtı şu oldu: “ biz seçim sabahı saat 04.00’e kadar hangi partiye oy verecegimizi bilmeyiz. O saatten sonra bütün mensuplarımıza emir gelir ve saat sekizde o doğrultuda oyumuzu kullanırız”

İşte iradesini başkasına teslim etmiş bu seçmen tipi demokrasinin en büyük düşmanıdır.Doğru veya yanlış, kendimiz karar verelim, sandığa giderken kendi partisi içinde demokrasi uygulamayana ve en azından ön seçim yapmayana oyumuz yok diyelim.

Cevdet Coşkun

Mete Akyol dan Yiğit Bulut a…ve 'Çakma Yiğit'

Geçenlerde Habertürk Kanalında başbakana çanak sorular sorarak aferin almağa calışan Yiğit Bulut hakkında Sayın Burhan Özbey'in yazmış olduğu makale ve ona bağlı Mustafa Mutlu'nun yazısı



Yiğit Bulut.
Sana hitap ediyorum…
Habertürk’te Başbakan’la yapacağın konuşma öncesi gelen on binlerce e-mail içerisinden; Başbakan’a yönelik ilk soru olarak, bula bula “vatandaş neden evet desin?” sorusunu mu buldun? “Vatandaş en çok bu sorunun yanıtını merak ediyormuş”, öyle söylüyorsun…
Sen kimi kandırıyorsun Yiğit Bulut?
Aç, sefil, perişan ve çaresiz vatandaşın sorma gereği duymadığı tek soru; “referandumda neden evet diyelim” sorusudur…
Program öncesi şahsınıza geldiğini ifade ettiğiniz on binlerce mail içerisinde ağırlıklı olarak en çok sorulan soru buymuş(!)
Vay bizim çileli başımız!..
Ahır ömrümüzde, sözde ünlü sayılan, yakın geçmişe kadar ülke, millet adına gözü yaşlı söylemlerde bulunan ve bu doğrultuda yazılar yazarak vatan millet edebiyatı yapan ve milyarca liralık maaşa imza atan bir gazeteciden bunları da mı duyacaktık…
Olmadı Yiğit Bulut!
Bu yazı Habertürk’teki programınızın hemen ardından yazılacaktı ama araya giren önemli bir işimiz nedeniyle gecikti…
Vicdan sahibi, dürüst, onun bunun kuklası olmayan köşe yazarları, zaten hak ettiğiniz yazıları yazdılar…
Sen de ertesi günü, suçluluk duyguları içerisinde “İt ürür kervan yürür” gibi çok klasik, hiç de haklı olmadığınız, şahsınıza yakışan bir yazı yazdınız…
Bu satırların yazarı Kocaeli’ de 15 yıl süreyle televizyonlarda “Serbest Kürsü” adı altında siyasi konulu açık oturum programları yaptı ve onlarca ünlü siyasetçiyi programlarına konuk etti.
Konukları arasında kayınpederiniz Sayın Namık Kemal Zeybek’de yer aldı. Kendisine sorabilirsiniz.
Kimler miydi bazı genel başkan unvanlı konuklarımız, sayalım:
Tayip Erdoğan, (bir kez) Kemal Kılıçdaroğlu (iki kez), Masum Türker (4 kez), Saadettin Tantan (5 kez) , Zeki Sezer (iki kez), Muhsin Yazıcıoğlu ( 5 kez), Numan Kurtulmuş (bir kez) ve diğerleri…
15 yıl süreyle yaptığımız programlarımızda, inanın son yaptığınız programda olduğu gibi bir acziyetin içine hiç düşmedik…
Başbakan’a sorulacak onlarca önemli konu ve soru varken, böylesine “çanak” tabir edilen sorularla izleyici karşına çıkmanızın çok büyük tepkiye neden olacağını düşünmediniz mi?
Tabi ki düşündünüz. Düşünmemeniz olanaklı mı?
Bilerek böyle bir tabloya girdiniz…
Çünkü Patronunuz Turgay Ciner’in hükümetle ilgi büyük işleri ve ihale alma umutları vardı…
Diyelim ki, on milyarlarca maaş aldığınız için, yerinizden, koltuğunuzdan olmamak için bu yolu seçmek zorunda kaldınız. Hiç mi biraz vicdanlara seslenebilecek bir sorunuz yoktu? Gerçek ve meslek etiğine inanmış bir sunucu konuğuna, her kim olursa olsun böylesine teslim olur mu?
Hatırlayın Yıllar önce Gazeteci Mete Akyol, Merhum Turgut Özal’ı konuk etmişti. Ertesi gün millet ayağa kalkmıştı, Akyol sorduğu çanak sorular nedeniyle kendisini sıfırlamıştı… O günden beri de pek ortalıkta görünmüyor..
Yiğit Bulut.
Aynı kaderi yaşamanın talihsizliği içindesin.
Hakkınızda yazılan yazıları okudunuz.
Yazılardan çıkan sonuç bize göre; Yiğit Bulut ismi artık the end…
Öyle ezberlediğiniz ve hemen her ortamda bilgiçlik gösterisi yapmak için sık sık kullandığınız, “Osmanlı’nın 1820 lerden sonra ki durumu şöyleydi, böyleydi…” şablonu, artık izleyicilerinize ve okurlarınıza ilgi çekici ve saygın gelmeyecektir…
Fatih Altaylı’da, ayni patronun yani Turgay Ciner’in emrinde…
Onun da maaşı 50-100 milyar dolayında, o sizin gibi tam teslimiyet içerisinde olmuyor. Hiç olmazsa zaman zaman televizyonlarda ve köşe yazılarında hükümeti eleştirebilen yazılar yazabiliyor…
Sonuç olarak:
Yiğit Bulut.
Bundan böyle; Habertürk’teki programlarınızı ve gazete ki köşe yazılarınızı çok zorunlu olmadıkça okumak gibi bir yanlışlık içerisinde kesinlikle olmayacağız…
Çok şükür bizi gittiğimiz yanlış yoldan çevirmek gibi bir iyilikte bulundunuz.
“Bu yazıyı kesin saklayın…” türü köşenizdeki öğütlerinizin de artık zerre kadar önemi olmayacaktır…
Son söz:
Her zaman yazmış, yeri geldiğinde dost toplantılarında söylemişizdir.
25- 50 – 75 – 100 milyar gibi aylık alan gazetecinin/gazetecilerin, gerçek anlamda halktan yana olması mümkün değildir! Tabi istisnalar kaideyi bozmaz.


BURHAN ÖZBEY

******************************************
Mustafa Mutlu

'Çakma Yiğit' kendisini eleştirenlere 'Köpek' demiş!
Geçmişlerini inkâr edip, iktidar yalakalığına soyunanların ortak bir özellikleri vardır:

Hepsi terbiyesizleşirler...

En küçük bir eleştiriye tahammül edemezler ama verecekleri yanıtları da olmadığından bol bol küfrederler!

Bu yalaka arkadaşların sonuncusu da meşhur “Çakma Yiğit!”
Başbakan‘ın karşısında gazeteci olduğunu unutup, sadece hayran hayran gülümseyen bu “Çakma Yiğit”, kendisini eleştirenlere “Köpek” demiş...



***


Sakın kızmayın, seviyesine inmeyin...

Sadece düşünün, “Ne yaptık da bu küfrü hak ettik” diye...
Ben söyleyeyim:

Karşılıksız sevdiniz...

Geçmişte yazdıklarına inandınız...

İktidarla ilişki kuracak durumda olmadığı için, muhalif gibi durmasına kandınız...

Para, ün ve koltuk için muhalefet partilerine yaranma çabasına tav oldunuz...

Kahramanlaştırdınız, “yiğit”leştirdiniz, asla hak etmediği yerlere çıkardınız...

Bilgisini, birikimini, ilişkilerini, kişiliğini, amacını sorgulamadınız...

Ondaki hızlı değişimi görünce de şaşırdınız...

“Neden eski yazılarındaki görüşlerini savunmuyorsun?”
“Neden kraldan çok kralcılık yapıyorsun?”

“Neden Başbakan’ın her söylediğine kafa sallıyorsun?”
“Neden ‘soy’ meselesine girmiyorsun?”

“Neden havuzlu villayı kimden, kaç liraya kiraladığını sormuyorsun?”

“Neden devlet olanaklarıyla seçim gezilerine çıkmasını hatırlatmıyorsun?”

“Neden ‘Hayır’ demeyi düşünenlere yapılan zulmü gündeme getirmiyorsun?” diye sitem ettiniz...


***


Bu sitemlerin karşılığı da “Köpek” diye hakarete uğramak oldu...

Çünkü “Çakma Yiğit” , tüm dönekler gibi bu sorulara yanıt vermez; veremez...

Kendince bin tane haklılık gerekçesi uydurup, yeni sahiplerine yaranmaya çalışır...

Ve o kapıda huzurunu kaçıracak her şeye, herkese saldırır...
En iyi bildiği şey de “satılmak” olduğu için, kendisini eleştirenleri “birilerinin köpeği” olmakla suçlar!
Sonuçta da bize, “Yine yanılmışız” demekten başka söyleyecek söz kalmaz!


***


Ne ilk hayal kırıklığımızdır bu “Çakma Yiğit”, ne de sonuncusu olacak...

Göreceksiniz; bu topraklar, onun gibi daha nice “dönek” üretecek...

“Ali Kemal” dedeleriyse, torun da “Çakma Yiğit” oldu...
Ama; tekrar ediyorum:

Suç onlarda değil, sizde...

Unutmayın ki; sizin saf sevginiz ve ilginiz yüceltti onu...
Sizin pohpohlamalarınızla “oturma organı” kalktı!


***


Son sözüm sana “Çakma Yiğit!”

“Köpek” diye küfretmene yanıt vermeyeceğim...
Sadece kimin “köpek” olduğunu görmek istiyorsan, sokağa çık...

Bak bakalım, insanlar kime kemik atıyor?


*****
Mustafa Mutlu

35. MADDE KİMLERE BATTI?

(Kanun No:211)
Madde 35: "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk Yurdunu ve Anayasa ile
tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamaktır."


Her türlü yolsuzluk serbest,
Avanta'dan Gemiler, Pırlantalar, Villalar serbest,
Tarikatlar, Cemaatler, Lâik Cumhuriyetin altını oymak serbest,
Müslümanların sadaka paralarını, yardım dernekleri aracılığıyla
yürütmek serbest,
Sekreteriyle ilişkiye girip çocuk yapmak, imam nikahıyla ikinci,
üçüncü eş almak serbest,
Diyanet İşlerini atlama tahtası yapıp, devletin en hassas birimlerinde
kadrolaşmak serbest,
Kültürel haklar ve etnik köken aldatmacasıyla, Anayasal düzeni
devirmeye çalışmak serbest,
Bülücübaşı'nın posterlerini ve PKK paçavralarını ülkenin her yerinde
taşımak serbest,
Gencecik kızlarımızı, belediye otobüslerinde Molotof bombası ile yakmak
serbest,
Fidan gibi gençlerimizi kahpece mayın tuzaklarıyla sakat bırakmak serbest,
Vatan evlatlarını, içlerinde Ermeni,Suriyeli katillerin bulunduğu
PKK'ya öldürtmek serbest,
İnsanları sorgusuz sualsiz içeri atıp, aylarca ne ile suçlandığını
bilmeden tutuklamak serbest,
Ülkenin Generallerini aynı dosyadan iki kez tahliye edip, üç kez
tutuklamak serbest,
Medya'yı ve İş dünyasını, vergi denetim ve polis gücüyle baskı altına
almak serbest,
Devletin Vali ve Kaymakamlarını, AKP'nin emir eri gibi kullanmak serbest,
Fakat, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin
edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini koruması yasak...
Yasak öyle mi?
Osman Baydemir size ne demişti de, tek kelime cevap verememiştiniz;
Aynısından ben size söylüyorum. Has...tir !
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na bir tavsiyem var. Siyasette ve
ülke yönetiminde "taraf" olacaksınız, herkesle iyi olabilmek mümkün
değildir, öyle olmaya çalışırsanız kıblenizi şaşırırsınız. Nasıl ki
birileri, İran tipi İslam Cumhuriyetinden yana taraflar, nasıl ki
bazıları Türkiye'yi bölüp Barzani katilinin emrine girmekten yana
taraflar, siz de Atatürk'ten, Lâik Cumhuriyetinden ve Hukuk
devletinden yana taraf olmak zorundasınız. Türk Silahlı Kuvvetlerini
sevmek ve korumak konusunda kesin taraf olmak zorundasınız. Sizin
bilmeniz gereken bir önemli konu da, demokrat olmayan bu iktidarla,
Türk Silahlı Kuvvetlerini yaralayacak herhangi bir işbirliğine
girmemek olmalıdır. AKP İktidardan uzaklaştırılınca, Türk Milletinin
gerçek iktidarı iş başına geldiğinde , yapılması gereken ne varsa o
zaman yapılır.
Bu hükümete Türk Silahlı Kuvvetlerinin, ne kendi, ne kanunu, ne de
çöpü bile teslim edilemez, edilmemelidir de.

Tayyip Bey'in DP'deki Ajanlarını 23 Temmuz'da anlatmıştım. Benzeri bir
tuzak, Saadet Partisi ve Genel Başkan Numan Kurtulmuş için kuruluyor.
Saadet Partisinin son olaylı kongresinden sonra yandaş, kandaş ve
damat medyasında şu konu devamlı işlenmeye başlandı;
Tayyip Bey Cumhurbaşkanı, Numan Bey AKP'nin başına!
Ben Numan Kurtulmuş Bey'i, ona kardeşi kadar yakın olan ve seven
insanlardan dinledim. Hepsinin ortak kanaati Numan Bey son derece
namuslu, ahlaklı,bilgili ve milli manevi değerlerine bağlı biridir.
Gözü tok bir adamdır.
Tayyip Bey, defalarca Numan Bey'i partisine davet etti, fakat her
seferinde reddedildi. Numan Kurtulmuş bunun gerekçelerini kamuoyuna
hep şöyle açıkladı;

*Bunlar(AKP'liler), Önce mücahit idiler, sonra müteahhit oldular, en
sonunda da her şeye müsait oldular.

*Bizler, Harun gibi gelip, Karun gibi gitmeyeceğiz.
*Bunlar, Karakolda doğru söylerler, mahkemede şaşarlar.
*Bunların Özü ve sözü doğru değildir.
*AKP, zamane partisidir.
*Ranta bulaşan siyaset biter.
*Bakanların oğulları, ticari dehalar olarak ortaya çıkıyorlar.

Şimdi, kendisine ve partisine açıkça bunları söyleyen namuslu birine,
Tayyip Bey "benim yanıma gel, benim müridim ol, benim gibi ol,
referandumda bana destek ver" diyor.

Numan Kurtulmuşun verebileceği en kibar cevap şu olmalı; Allah versin,
başka kapıya...

Sağlık ve başarı dileklerimle, 25.Temmuz. 2010

RİFAT SERDAROĞLU

Lider Kimdir?

İngiliz gazeteci, Sina Dağı'nda karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar:

"Sence lider kimdir?"

Bedevi;

"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim?" der.

Gazeteci; "Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.

Bedevi anlatır;

"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır.

Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır.

Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki. Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.

Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar.

Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırını alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.

Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır.

Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rüzgarın oluşturduğu kum sağnağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır.

Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:

'Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin?' der.

Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve

'Peki, başını çadıra sokabilirsin. ' diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.

Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır;

'Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.'

Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.

Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır;

'Efendi, ne olur, hörgücümü de çadıra sokmama izin ver.'

Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır.

Bu duruma, Bedevi'den önce, deve tepki gösterir;

'Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan.'

'Lider kimdir?' demiştiniz; bu hikayeyi mesnet alarak cevap vereyim;

Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır."

Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını kopardı.

Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı.

Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.

Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.

Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.

Sonraki lider Sayın Özal; zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.

Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokülünün liste başındaydılar.

Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgar gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.

Ecevit, Bahçeli, Yılmaz'lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.

Özetle;

Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra girmesine izin verdiler.

İzin vermenin ötesinde teşvik ettiler.

Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:

1) Türkiye; '10 Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 70 yıl geçirmiştir.

2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamaları nı, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine 'vurmak' üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.

3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası 'teokratikleş tirilmiştir' ve 'teokratikleş tirilmekte' dir.

4) 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 84 yıl süren bir 'Karşı devrim' ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.

Son söz: "Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir."

'Deve' deyip geçmeyin; kini çok derindir.

Sizi çadırın dışına atacak kadar.