Sayfalar

5 Nisan 2014 Cumartesi


Size Söylüyorum


Ye­ter ar­tık!..

Kim­se CHP’­li seç­me­ni ap­tal ye­ri­ne koy­ma­sın.
“Bey­koz Ko­nak­la­rı­” CHP’­den eli­ni çek­sin!
DSP’­yi, ANA­P’­ı, DYP’­yi bi­ti­ren bu ah­bap ça­vuş/tav­la­cı ekip, o “çok bil­miş po­li­tik akıl­la­rıy­la­”
 CHP’­yi bi­tir­me­ye ça­lı­şı­yor.
Cum­hu­ri­yet çı­na­rı CHP, es­ki­miş kur­naz po­li­ti­ka­cı­la­rın tav­la par­ti­le­ri­nin me­ze­si ya­pı­la­maz.
Her­kes had­di­ni bil­sin!
Rah­met­li Bü­lent Ece­vi­t’­e dar­be­ye kal­kı­şa­rak AK­P’­ye ik­ti­dar su­nan bu si­ya­si ce­ha­let,
şim­di de CHP’­yi tü­müy­le ele ge­çir­mek is­ti­yor.
2001’de DSP’­de ya­pa­ma­dık­la­rı dar­be­yi şim­di CHP’­de ba­şar­mak is­ti­yor­lar.
Dev­rim­ci CHP, bu tür hi­zip­le­re/ayak oyun­la­rı­na kan­maz. Kan­dı­rı­la­maz.
Çe­kin eli­ni­zi…
“Bey­koz Ko­nak­la­rı­”n­dan si­ya­se­ti di­zayn ede­mez­si­niz.
Si­zi bi­li­yo­ruz…
Siz, dü­şün in­sa­nı için en bü­yük ek­sik­lik olan di­ren­me gü­cün­den ha­ya­tı­nız bo­yun­ca
yok­sun ol­du­nuz. Hiç­bir mü­ca­de­le için­de ol­ma­dı­nız.
Siz, hiç be­del öde­me­di­niz.
Ne yok­sul hal­kı ta­nı­dı­nız ne so­ka­ğı bil­di­niz. Bu ne­den­le si­ya­se­ti ma­sa­ba­şı stra­te­ji­siy­le
 kur­gu­la­ya­ca­ğı­nı­zı sa­nı­yor­su­nuz.
Ya­pa­ma­dı­ğı­nız, be­ce­re­me­di­ği­niz bu se­çim­ler­de or­ta­ya çık­tı.
Bil­mi­yor mu­yuz…
Pen­sil­van­ya be­la­sı­nı siz ge­ti­rip sok­tu­nuz bu par­ti­nin içi­ne.
Ka­set­ler­le-ta­pe­ler­le AK­P’­nin yı­kı­la­ca­ğı gi­bi sığ pro­pa­gan­da me­tot­la­rı­nı siz CHP’­ye da­yat­tı­nız.
Fi­kir des­pot­la­rı­nın- zih­ni­yet zor­ba­la­rı­nın ka­le­si ge­ri­ci/yo­baz ga­ze­te­ler­den-te­le­viz­yon­lar­dan
 ça­re um­du­nuz.
Ce­ma­at’­in tez­gah­lar­la in­san­la­rı hap­se sok­ma­sı­na kar­şı çı­kıp hu­kuk mü­ca­de­le­si ve­ren CHP’­yi,
 Pen­sil­van­ya­’nın ya­la­nı­na or­tak et­ti­niz.
Par­ti­yi utanç ve­ri­ci bir ha­le ge­ti­rip, Ce­ma­at’­i sa­vu­nur yap­tı­nız.
Böy­le­ce, her se­çim­de bir kor­ku in­şa ede­rek oy top­la­yan Er­do­ğa­n’­ın kay­bet­me­me­sin­de
baş­ro­lü oy­na­dı­nız.
Dü­rüst idea­list CHP li­de­ri­ni, gü­ve­nil­mez du­ru­ma dü­şür­dü­nüz. Komp­lo­cu-if­ti­ra­cı po­lis­le­re,
sav­cı­la­ra, ha­kim­le­re kol ka­nat ge­rer ha­le ge­tir­di­niz.
CHP’­yi ce­ha­le­tin kuy­ru­ğu­na tak­tı­nız.
Ye­ter ar­tık!
Si­ya­se­ti; sa­da­kat­siz­lik üze­ri­ne ku­ra­rak çü­rüt­tü­nüz.
Dü­şün­sel kir­li­li­ği­niz­le par­ti­yi kü­çült­tü­nüz.
Ca­hil­si­niz ve hi­le­kar­lı­ğı­nız­la her­ke­si al­da­ta­ca­ğı­nı­zı sa­nı­yor­su­nuz.
Bu köh­ne­miş po­li­tik an­la­yış bi­te­cek­tir. Bit­me­li­dir.
Yü­rek­le­ri kor gi­bi ya­nan genç­ler/ev­lat­la­rı­mız; si­zin bit­mez tü­ken­mez ik­ti­dar he­ve­si­niz için
can­la­rı­nı ver­me­di; kör ol­ma­dı, iş­siz kal­ma­dı, hap­se düş­me­di.
Had­di­ni­zi bi­lin!..
Gi­din tav­la­nı­zı oy­na­yın.
Ne yap­tı­lar? Na­sıl yap­tı­lar?
Ma­ne­vi ve ah­la­kı ba­ğım­sız­lı­ğı­nı le­ke­siz ko­ru­yan CHP’­li­ler!
Dev­rim­ci­ler. De­mok­rat­lar. Va­tan­se­ver­ler. Na­mus­lu­lar.
Bi­li­niz ki, her yer­de olan hiç­bir yer­de ola­maz. Bu “Bey­koz Ko­nak­la­rı­”nın si­ya­si yö­nü yok­tur.
 Dü­şün­sel de­ğer­le­ri yok­tur.
Bun­lar pro­fes­yo­nel po­li­ti­ka­cı. Ma­ka­mın-kol­tu­ğun si­ya­si ih­ti­ra­sın kö­le­si.
Ru­hun­da za­ra­fet ta­şı­yan CHP’­li­ler!
Bun­la­rın bi­lin.
Bun­lar…
Mus­ta­fa Ke­ma­l’­in ema­ne­ti CHP ge­nel mer­ke­zi­ne şey­ta­ni hi­le­kar­lık­la sız­dı…
Ki­mi ör­güt­le­ri-be­le­di­ye­le­ri zap­tet­ti…
Ki­mi yan­daş­la­rı­nı mil­let­ve­ki­li ya­pıp Mec­li­s’­e; ki­mi yan­daş­la­rı­nı Par­ti Mec­li­si­’ne sok­tu…
Mü­ca­de­le­ci yi­ğit par­ti­li­le­ri at­tı/kov­du; mo­ral­le­ri boz­du…
Par­ti­de dost­lu­ğu, yar­dım­laş­ma­yı, gü­ve­ni, dü­rüst­lü­ğü yok et­ti…
Ve en önem­li­si…
Ke­ma­list Dev­rim ide­olo­ji­si­ni, prag­ma­tiz­me-de­mo­go­ji­ye kur­ban ver­di.
Ba­kı­nız…
Bu­gün Kürt so­ru­nu­nu an­cak Ke­ma­list Dev­ri­m‘­le çö­ze­bi­lir­si­niz.
Bu­gün kar­deş­li­ği tek­rar Ke­ma­list Dev­ri­m’­le in­şa ede­bi­lir­si­niz.
Bu­gün ül­ke­de­ki yok­sul­lu­ğu an­cak Ke­ma­list Dev­ri­m’­le yok ede­bi­lir­si­niz.
Bu­gün Or­ta­çağ ka­ran­lı­ğı­nı sa­de­ce Ke­ma­list Dev­ri­m’le ay­dın­la­ta­bi­lir­si­niz.
Bu­gün tam ba­ğım­sız Tür­ki­ye­’yi Ke­ma­list Dev­ri­m’­le ye­ni­den ku­ra­bi­lir­si­niz.
CHP’­nin “si­nir mer­kez­le­ri­ni­” ele ge­çi­re­rek par­ti­yi esir alan bu ölüm­cül kö­tü vi­rüs
bun­la­rı bil­mi­yor.
Ve en acık­lı­sı, bil­me­di­ği­ni de bil­mi­yor. İl­köğ­re­tim dü­ze­yi bil­gi­siy­le Ata­tür­k’­ü ta­nı­yor.
 Ta­ri­hi­ne ya­ban­cı ka­lı­yor.
Bu ne­den­le kur­tu­lu­şu hâ­lâ At­lan­tik öte­si­’n­de arı­yor. Hal­kı­na gü­ven­mi­yor.
Bı­rak­sa­nız; Ame­ri­kan Wil­son Pren­sip­le­ri Ce­mi­ye­ti ya da İn­gi­liz Mu­hip­ler Ce­mi­ye­ti­‘ni tek­rar
ku­ra­cak!
Bi­li­yo­ruz ki; ira­de­si baş­ka­sı­nın elin­de olan­lar an­cak kul­luk ya­pa­bi­lir.
Yurt­se­ver CHP’­li­ler bu­nu yut­maz; kö­le­li­ği ka­bul et­mez.
Mus­ta­fa Ke­ma­l’­in as­ker­le­ri için ba­ğım­sız­lık ve hay­si­yet vaz­ge­çil­mez­dir.
Çok al­da­nır­sı­nız
Bi­ri­le­ri…
Bu na­sıl sert ya­zı­dır, di­ye­bi­lir.
Bu ya­zı­la­ra na­sıl izin ve­ri­li­yor, di­ye­bi­lir.
Ba­kı­nız…
Bil­di­ği­niz, ez­ber­le­di­ği­niz ga­ze­te­ci­le­re ben pek ben­ze­mem.
Kur­naz­lı­ğı ve uy­sal­lı­ğı be­ce­re­mem.
Ne dü­şü­nü­yor­sam, ne his­se­di­yor­sam ve ne gö­rü­yor­sam hep yaz­dım/ya­za­rım.
Her tür­lü acı­ma­sız­lı­ğın kar­şı­sın­da dur­dum/du­ru­rum.
Ya­zıl­ma­sı ge­re­ke­ni yaz­mak ho­şa git­mek de­ğil­dir, iyi bi­li­rim…
İn­ci­ti­rim, bel­ki kı­ra­rım ama ben sa­de­ce ha­ki­ka­tin gü­cü­ne ina­nı­rım.
İş ger­çe­ğe ge­lip da­ya­nır­sa ken­di­me bi­le acı­mam.
“De­li­li­ğe Öv­gü­”de ne di­yor
Eras­mus:
“Ya­şam­da an­cak de­li­li­ğe ya­ka­lan­mış ola­na ger­çek an­lam­da in­san de­ne­bi­lir.”
Siz!
An­cak ağ­zıy­la ko­nu­şan­la­rı sus­tu­ra­bi­lir­si­niz, yü­rek­ten ge­len se­si kim­se kı­sa­maz.
Bu­ra­sı SÖZ­CÜ­‘dür. Di­ğer ga­ze­te­ler­le ka­rış­tır­ma­yın.
İş­te tüm bu ne­den­le…
“Bey­koz Ko­nak­la­rı­” si­ze ses­le­ni­yo­rum!
Uya­rı­yo­rum…
CHP’­li­le­ri kü­çüm­se­me­yin.
CHP’­nin ge­ne­ti­ğin­de Ku­vay-ı Mil­li­ye­’nin mü­ca­de­le ru­hu var­dır.
CHP’­yi 12 Mar­t’­lar 12 Ey­lü­l’­ler; as­ke­ri dar­be­ler yı­ka­ma­dı.
Gla­di­o’­nun fa­şist kur­şun­la­rı
dur­du­ra­ma­dı o ce­sur par­ti­li­le­ri.
İş­ken­ce tez­gah­la­rı, ha­pis­ler sus­tu­ra­ma­dı o onur­lu par­ti­li­le­ri.
AK­P’­nin 11 yıl­lık zor­ba­lı­ğı sök­me­di.
Ve şim­di siz!
Ken­di­ni bil­mez­ler…
Kur­tu­luş Sa­va­şı­’nın kül­le­rin­den Cum­hu­ri­yet kur­muş bu dev­rim­ci par­ti­yi, pa­ray­la-pul­la 
sa­tın ala­ca­ğı­nı­zı mı sa­nı­yor­su­nuz?
Şı­rın­ga et­ti­ği­niz inanç­sız­lık­la içi­ni bo­şal­ta­ca­ğı­nı mı sa­nı­yor­su­nuz?
Çok al­da­nır­sı­nız.
Çün­kü…
Bi­li­yo­rum ki…
CHP, ge­le­ce­ğin yo­lu­nu tek­rar in­şa et­mek için “Sa­rı­şın Kur­t” Mus­ta­fa Ke­ma­l’­i ye­ni­den 
keş­fe­de­cek­tir.
Ata­tür­k’­ün ön­cü­lü­ğün­de ha­zır­la­nan CHP prog­ra­mı­nı, bu kör çık­maz­lar­da yi­ne ken­di­ne 
kı­la­vuz ya­pa­cak­tır. Ka­fa ka­rı­şık­lı­ğı­na ge­rek yok­tur; se­çe­nek bu’­dur.
CHP, Tür­ki­ye­’nin ye­ni­den kur­tu­lu­şu­nun par­ti­si ola­cak ise, bu­nu yo­lu; “Bey­koz Ko­nak­la­rı­”n­da­ki “
si­ya­set mü­hen­dis­le­riy­le­” iliş­ki­si­ni ke­sip, ül­ke­nin yok­sul­la­rıy­la ku­cak­laş­ma­sı­dır.
CHP 1919’da­ki kök­le­ri­ne-ru­hu­na dön­me­li­dir.
CHP, ken­di dev­ri­min­den kork­ma­ma­lı­dır, utan­ma­ma­lı­dır.
İş­te o za­man…
Bu­gü­nün ye­nil­miş­le­ri ya­rı­nın ye­nen­le­ri ola­cak­tır.
Ve Tür­ki­ye ka­za­na­cak­tır…
Soner Yalçın

4 Nisan 2014 Cuma

"Ey bu meclisin aşağılık mensupları!...Acele Edin ve Defolup Gidin..." 
"Oturumunuzu sonlandırmaya geldim. Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir
son vermeye geldim.
Siz ki fitneci, fesatçı, meclis üyeleri, siz ki iyi bir hükümet
olmak dışındaki her şeysiniz!!
Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar,  ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar, birkaç kuruş için Tanrı'ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı?
Bir parça vicdan da mı yok?
Bir sahtekar kadar bile dindar değilsiniz! 
Para sizin yeni Tanrınız olmuş!
Satılığa çıkarmadığınız bir değer de kalmadı.. Ulusunuz adına iyi bir şey düşünemez misiniz?
Sizi çıkarcı sürüsü.
Bulunduğunuz bu kutsal meclisi, o varlığınızla kirletiyorsunuz!
Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız.
Siz ki, halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız.
Kendiniz halka en büyük dert kaynağı oldunuz!
Ama ülkemiz beni bu meclisi temizlemeye çağırdı! 
Ve bu gücü de bana Tanrı verdi.
Vay halinize! Şimdi derhal defolun!!! 
Acele edin rüşvetin köleleri!
Acele edin, gidin!  
Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolup gidin!.. " 
* * * * * * * * 
Yukarıdaki söylev, tarihte demokrasinin beşiği olarak bilinen İngiltere'de geçmiştir.  Sözleri sarf eden kişi, 1653 senesinin 20 Nisan günü, meclis çatısı altında kükreyerek nutuk atan  General Oliver CROMWELL isimli, sadece ülkesinin çıkarlarını kollayan yurtsever bir generaldi. 
...Ve bu nutuk tarihi şekillendiren 50 söylevden biri sayılıyor. 
 

3 Nisan 2014 Perşembe


SİBEL EDMOND, CIA'NIN ERDOĞAN'I NASIL ÇÖZDÜĞÜNÜ ANLATIYOR.

Uzun süre Türkiye'de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim FBI muhbirlik davamın konusu aslında ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmemden kaynaklanıyor.
...
bu yüzden hem ABD'de, ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye'de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım.
...
İnsanlar Twitter üzerinden, sıradan vatandaşlar, soruyorlar, "Erdoğan hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz", yazdığım makalede bunu yapmaya çalıştım, ve insanların konuyu doğru anlayabilmesi için, ciddi bir tarihi arkaplan bilgisi vermek zorunda kaldım.
...
İnsanlar şaşırıyor, Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor? CIA'nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı, ve ardından bir gecede onları nasıl yokkettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan'ın da başına geliyor.
Ah evet, bu durum pek çok Amerikalı'ya Donald Rumsfeld'in Saddam'la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri, ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yokedilişini hatırlatıyor.
Aynı süreç, Erdoğan'la ilişkilerde de açıkça görülüyor.
...
Ve Erdoğan'ın tasfiye süreci Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak makalenizde de belirttiğiniz gibi bunun çok daha geniş çaplı, farklı nedenleri var. Örneğin daha önce Bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen röportajımızda anlattığınız gibi
Gülen'le de bağlantılı.
Peki, bu değişimin nedeni nedir? Erdoğan neden gözden düştü?

Evet, bütün bunlar bana göre Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başladı. Gülen cemaati AKP'nin hükümet olması için çok ciddi destek verdi, Erdoğan ve Gül'ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle geldi o noktalara.

Ancak burda şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir sembol. Asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markası. 1997'den sonra CIA Gülen'i oyuna dahil etti. Gülen Türkiye'de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. CIA onu ABD'ye getirdi ve ne tesadüf ki CIA merkezinin hemen yanı başında bir eve yerleştirdi. Gülen şu anda 15 yıldır ABD'de yaşıyor ve 20-25 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor, ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyor. Bu Gladyo A planı idi.
....
Gülen'in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını kavradılar.

Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye'de büyük bir medya ağı kuruldu, satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk, ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan'ı parlatarak hükümete taşıdı.

Aslında 97'de Erdoğan'ın üyesi olduğu parti askerlerin müdahalesiyle kapatılmış, Erdoğan hapse atılmış iken, 2002'de bu kez askerler geri adım attı, sessiz kaldı ve Erdoğan'ın başbakan olmasına izin verdi. Peki 1997-2002 arasında değişen neydi? Evet, artık Gladyo B planına geçilmişti, Gülen ABD'deydi artık.

Erdoğan o sırada değişmiş, aşırı güven kazanmış, beslenmiş, ve artık "bu imama artık boyun eğmek zorunda değilim, halk beni seviyor ve ben ne dersem inanıyorlar" demeye başladı. "İmam kabul etse de etmese de ben kendi istediklerimi artık özgürce yapabilirim" diyordu.

Erdoğan'daki bu aşırı güven sadece bir neden. Diğer bir neden de Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert tutumu, sözünü geçirebiliyor görüntüsüydü. Türkiye'deki bütün partilere, medyaya rağmen bunu eleştiren de nevar ki Fetullah Gülen'di. Ve bu arada, bir yan not olarak şunu söyleyeyim ki, Gülen'in ABD'deki en büyük destekçisi de ordaki Yahudi lobisiydi. İsterseniz  Google'a gidip, en büyük yahudi lobisi olan aipac'i, ya da atc'yi sorgulayın "gulen aipac" şeklinde.

İlginç olan bir İslam Mollası, İmamı olan Gülen (!), Yahudi lobisi tarafından destekleniyordu.

tek başına bu durum bile, insanların Gülen hakkında şüphe duyması, soru sormaya başlaması için yeterli bir nedendir.

Bu da Erdoğan Gülen arasındaki kavganın ikinci nedeniydi, yani Yahudi lobisinin desteklediği Gülen, Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert çıkışlarını doğru bulmuyordu.
Ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Ve ardından Suriye konusu geldi. Türkiye, AKP hükümeti Suriye'deki muhalifleri eğitiyor, silahlandırıyor, ve bütün bunlar ABD tarafından, İncirlik üzerinden yönetiliyordu.

Buraya kadar herşey yolunda gidiyordu, ABD emrediyor, Erdoğan uyguluyor, Esad'ın devrilmesi için gereken herşey yapılıyordu. Ancak beklenmedik birşey oldu, ABD'de Esad'a uygulanan şiddet, saldırı hoş karşılanMamaya başlandı. Obama bu konudaki desteğini yitiriyordu. Ve tam bu noktada Rusya'nın devreye girmesi ABD'yi geri adım atmak zorunda bıraktı.

Ve işte tam bu sırada, Erdoğan'ın uyguladığı ABD emirleri Türk halkı tarafından sorgulanmaya başlandı. Türk halkı olanlardan, yapılanlardan hiç de memnun değillerdi. Çünkü Türkiye Suriye ile, Esad ile son derece iyi ilişkilere sahipti, ayrıca, Suriye müslüman bir komşu ülkeydi.

ABD geri çekilince, Erdoğan tamamen ortada kaldı. Artık halkı arasında popüler değil, nefret edilen bir lider olmaya başlamıştı. ABD artık verdiği sözleri tutmuyor, Erdoğan'ı tamamen yalnız bırakıyordu ki bu da Erdoğan'ı oldukça sinirlendirmişti. Bu da üçüncü bir neden oldu.

Bu noktada başka bir olay patlak verdi; Gezi Parkı olayları. Gülen, Erdoğan'la aralarındaki kavgada, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ve Gülen protestolara kendi cemaatinden insanları soktu. Erdoğan başına neler geleceğini anlamıştı. CIA ve Gülen işe el atmış, protestolarda aktif rol oynamaya başlamıştı. Erdoğan bunu net olarak görüyordu.

Şüphesiz Gezi Parkı olayları gerçek halk tarafından başlatılmıştı, ancak CIA'nın kontrolündeki Gülen cemaati bunu, bu fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. Ve eş zamanlı olarak ABD ve Avrupa basınında Erdoğan "diktatör" olarak anılmaya başlandı. Erdoğan'ın El Kaide ile ilişkileri ortalığa dökülmeye başlandı ki, El Kaide'nin de ne tür bir operasyon olduğunu biz açıklamaya, deşifre etmeye daha önce çalışmıştık. Erdoğan artık El Kaide'nin parasal kaynak sağlayıcıları ile bağlantırılıyordu. Ve bütün bunlar, bu operasyonlar CIA tarafından yönetiliyordu.

Peki, bütün bunlar gayet açık, anlaşılabilir ancak benim kafama takılan soru şu, Gülen'le, daha doğrusu CIA ile Erdoğan arasında bir sorun varsa eğer, bu sorunun nedeni nedir, CIA Türkiye'den, Erdoğan'dan ne istiyor?

Erdoğan, AKP sadece birer sembol, tıpkı diğer ülkelerdeki kukla hükümetler gibi, Obama gibi, George Bush gibi. Asıl önemli olan, bu sembolün arkasındaki güç, yani CIA, yani ABD Silah Sanayi. CIA'nın yapmak istediği, sözkonusu ülkeyi tamamen kontrol altına almak, iç ve dış politikasını yönetmekti, ki son derece düzgün bir şekilde çalıştı, diledikleri kukla hükümeti, yani Erdoğan'ı getirmeyi ve uzun süre hükümette tutmayı başardılar.

CIA'nın planı, Türkiye'yi bir model ülke olarak kullanmak, ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti, Ilımlı İslam projesini Orta Doğu'da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, kullandığı kuklalarından birinin (Erdoğan) kontrolünü kaybediyordu, bu arada Gül'le hiçbir sorunları yoktu. Gül iyi bir uşak (bu kelime aynen kullanılıyor görüntülerde) olmuştu, emirleri harfiyen uyguluyordu.

Erdoğan boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için şunu söyledi "milyarlarca dolarlık silah alımlarını sizinle değil, ABD ile değil, Çin'le yapacağım". Bu ölümcül bir hataydı, bu ABD ve NATO'nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayisini çileden çıkardı.

Ve Erdoğan daha da ileri giderek, AB'ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği'ne katılmak istediğini söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Bir kukla, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı.

İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD'nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı.

Erdoğan'a şu ihtimaller sunuldu, tabii bunları hiçbir yerde duyamazsınız; birincisi, geri adım atacaksın, herşeyi geri saracak, İsrail'le ilişkilerini düzeltecek, Çin'den silah almaktan vazgeçeceksin, Şangay'dan uzak duracaksın, Gülen'den özür dileyeceksin, bu senin birinci seçeneğin.

ikinci seçeneğin, sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri belirledik (Ç.N: CHP!). şu ana kadar çalıp çırptığın paraları da beraberinde götürebilirsin. senden öncekiler de çaldı, sen de çaldın, ve bunlarla İngiltere'ye gitmene izin vereceğiz.

üçüncü seçeneğin ise bizi beklemek olacaktır ki bu sana iki senaryo sunar; Kaddafi gibi, Saddam gibi yokedilirsin, seni Taksim meydanında, Gezi Parkı'nda öldürürüz. ikinci senaryo da, Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin, seni İngiltere'de bir hapishaneye atarız, yaşamının kalanını orda sürdürürsün.

İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek'e sunulanlarla aynı, CIA böyle çalışıyor. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılıyor.

Ve birkaç ay içinde sonucu göreceğiz çünkü bu durum fazla uzun sürmeyecek.

El Kadı ile Erdoğan'ın ilişkisi şu anda piyasaya sürülüyor ancak El Kadı 1990 ortalarından beri FBI tarafından biliniyordu. El Kadı'nın çalışma merkezi Şikago idi, ve garip olan, Gladyo B'nin de çalışma merkezi Şikago. Aynı zamanda Abdullah Çatlı da Şikago'ya geldi, orda ona ABD'de sürekli kalma izni (Yeşil Kart) verildi, daha sonra çeşitli bölgelere gönderildi, mesela Azerbeycan'a baba Aliyev'i öldürmek üzere gönderildi vs. Yani Şikago bu işlerin merkezi, yönetim noktasıdır.

FBI El Kadı'yı ne zaman Şikago'da sıkıştırıp da yakalamak istese, araya CIA giriyordu. Ve nihayet, El Kadı'ya toparlanıp Arnavutluk'a kaçması için yeterli zaman verildi. Ve kaçınca da "hay allah, elimizden kaçırdık" dendi.

El Kadı bu defa, mensubu olduğu Gladyo B operasyonlarına Arnavutluk'tan yön vermeye devam etti. bu arada ABD onu 9-11'in para sağlayıcısı olarak her yerde deşifre ediyordu.  ABD bu kez, "onun Arnavutluk'da olduğunu biliyoruz, adresi herşeyi elimizde, Arnavutluk hükümetinden onu resmen isteyelim" dediler. Ancak ona Türkiye'ye geçmesi için gereken iki haftalık süreyi vermeyi de ihmal etmediler. Garip olan, El Kadı Arnavutluk'da iken elinde Arnavutluk pasaportu vardı, ve Türkiye'ye geldiğinde Türk nüfus cüzdanı taşıyordu. yani herşey çok önceden planlanmıştı.

ABD bu kez "hay allah, Arnavutluk'tan da kaçırdık adamı" diyiverdi. bu defa Türkiye ile yazıştı ve "bu adamı sizden istiyoruz" dedi. Türkiye tarihinde ilk defa Türkler "pardon, aramızda böyle bir suçlu değişim anlaşması yok, bu adam herhangi bir suç da işlemedi burda, bu yüzden onu size veremeyiz" dedi. Ve ABD "ah öyle mi, tamam sorun değil" diyerek dosyayı kapattı! bu kadar basit ve saçma bir şekilde dosya kapatıldı.

El Kadı Türkiye'de pek çok bankanın sahibi, Azerbaycan dahil pek çok yere gidip gelen bir adam. Sadece Asya bölgesine değil, aynı zamanda Avrupa'ya da gidiyor bu adam, örneğin Londra'ya, iş gezileri. Sonunda, El Kadı, bir iş adamı ve Gladyo B adamı olarak BM'ye kendisini terörist listesinden çıkarma başvurusunda bulundu, ve BM de bu başvuruyu değerlendirip onu listeden çıkardı! Sonuç olarak, CIA için çalışan bu adam, ABD tarafından aklanmış oldu.

Ve aniden, Erdoğan'ın oğlunun El Kadı, yani El Kaide'nin ana sponsoru olan terörist kişi ile fotoğrafları servis edilmeye başlandı. Bu tür haberler yayılmaya başlandı. Ve bu haberlerin pek çoğu Gülen cemaati tarafından servis ediliyordu. Ve tabii ki CIA destekli MİT'ten bir grup tarafından... Ve çok ilginç bir nokta da şu ki, bu servis edilen haberlerin çoğu WikiLeaks'den geliyordu. burda kafama birşey takılıyor, acaba bunlar WikiLeaks'de halihazırda bulunan bilgiler miydi, yoksa birdenbire, aniden keşfedilmiş bilgiler miydi? bu konuda şüphelerim var. (Ç.N: WikiLeaks'in CIA kontrolünde olduğunu ima ediyor)
...

soru: sizce Erdoğan'ın başına gelenler Kaddafi ve Saddam'ın başına gelenlerle tıpatıp aynı mı olacak, yoksa biraz daha farklı bir versiyon mu göreceğiz burada?

Türkiye, Mısır ya da Libya'dan tamamen farklı bir ülkedir, dinamikleri çok çok farklıdır. Öncelikle, Türk insanı gerçekten de farkındalığı yüksek bir kitledir. Aptallar için tasarlanmış iki partili sistem, ABD'de olduğu gibi, Türkiye'de çalışmaz, Türkiye'de çok farklı fraksiyonlar, eğilimler mevcuttur. ABD'de olduğu gibi, yani demokrat ve cumhuriyetçiler arasında bir gel-git oyunu sergileyerek halkla dilediğiniz gibi oynamanız Türkiye'de çalışmaz.

Burada bilinç düzeyi son derece yüksek bir halk kitlesinden bahsediyoruz. ABD'den çok farklı bir kitledir bu. Eğitimli ve düşünen insanların olduğu bir ülkede bu kadar kolay oyunlar sergileyemezsiniz, bu çok zordur.

Diğer bir fark da, Türk insanının aktivist yönü, sokaklara inen, hakları için savaşan bir topluluktur Türkler. Bana soruyorlar bazen, oyunu kime vereceksin diye. ben de "oyumu Türk halkına vereceğim" diyorum, çünkü onlara inanıyorum, onlar kendilerine ne olacağına kendileri karar vereceklerdir.

Türk halkı gözünü açık tutmaya devam etmeli ve Libya'da, Mısır'da olanlardan ders almalıdır. bunları milliyetçi bir kişiliğim olduğu için söylemiyorum, burada tamamen farklı tür insanlardan bahsediyoruz.

...

ABD'nin planları Libya ve Mısır'da olduğu kadar kolay işlemeyecektir Türkiye'de.
...

diğer bir konu da, AB meselesi. daha önce AB'yi bir kurtuluş olarak gören Türk insanı, AB'nin politik ve ekonomik çöküşünü görüyor. Almanların Türkiye'deki işlere başvurduklarını, Avrupa'da işsizliğin boyutlarını görüyor. AB'ye girMEmiş olmanın bir avantaj olduğunu düşünüyorlar.

2 Nisan 2014 Çarşamba

TAŞLAR YERİNDEN OYNADI

Siyaset iddia işidir. “Sabır-Sebat-Cesaret-Fedakârlık” ister. Siyasette mucize yoktur. Ancak, çalıştığınız kadarının karşılığını alırsınız. Kazanmak için milletinizi ve rakiplerinizi çok iyi tanımak zorundasınız. Milletinizi iyi tanımıyorsanız, asla kazanamazsınız. “Millet seçmesini bilmiyor” sözü boş bir laftır ve demokrasiye inanmayanların sözüdür. Milletle kavga ederek siyaset yapamazsınız.
Hatayı kendinizde arayıp, çözüm üretmek siyasetçisinin işidir. Cemil Meriç’in sözü, herkesin kulağına küpe olmalıdır;
Aydınların aydınlatamadığı halkı, soytarılar aldatır…”
Bizim siyasetteki iddiamız “zamanla” sınırlı değildir. Ömürle de sınırlı değildir.
Bizim Atatürkçülük- Çağdaşlık- Lâik Cumhuriyet- Hukuk Devleti- Demokrasimizin Standartlarını Uygar Ülkeler Seviyesine Çıkartma mücadelemiz hep devam edecektir.
Gelelim 30 Mart seçimlerinin ön yorumuna;
(Sandık-sandık sonuçlar alınıp, sonuçlar kesinleşince daha geniş bir değerlendirme yapılacaktır.)
Bu seçimler, Erdoğan’ın hem Türk Milletinin bir kısmını, hem de kendi siyaset arkadaşlarını kandırdığı son seçimdir. Erdoğan bundan böyle, ne siyasi kadrolara ne bürokratik kadrolara ne de yargıya “Yanlış bir iş” yaptıramaz, “kupon arazileri bana ayırın” diyemez. Yargıyı-Polisi baskı altına alamaz.
Erdoğan, kendisinin-aile fertlerinin-Bakanlarının sırtlarındaki yolsuzluk-hırsızlık-rüşvet dosyalarıyla bir adım ileri atamaz.
30 Mart seçimleri gerek seçim süreci, gerekse oy verme ve oy sayımı olarak, 1946 seçimlerinden sonraki en şaibeli seçimdir.
Erdoğan’ın seçim sonrası her biri ayrı-ayrı yolsuzluk suçlamasına muhatap olmuş aile fertlerini yanına alarak yaptığı konuşma tam bir demokrasi ayıbıdır. Erdoğan, kendisine oy vermeyenlere kin kusmakta, kendisini “Yargı” yerine koyup, insanları, toplulukları tehdit edebilmektedir.
AKP; bunların üzerini örtemez.
Türk Milletinin % 55’ i Erdoğan ve AKP’yi tamamen reddetti. Kalan % 45 oy ’un önemli bir kısmı, Yerel Seçimlerin özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Şu gerçeği siyaseti bilenler çok iyi görmektedirler;
AKP, gerek aday belirlemek, gerekse seçim stratejisi oluşturmak ve seçim çalışması yapmak konularında diğer partilerden çok daha öndedir. Örgütü en iyi çalışan parti AKP’ dir. Çünkü AKP normal bir siyasi parti değildir.
AKP; bir cemaatler ve tarikatlar koalisyonudur.
Bu seçimde AKP Adaylarının, Erdoğan ile birlikte çekilmiş posterlerini kullanmadıklarını gördük.
Sürekli işledikleri tez şu idi; “Hırsızlıkları-ihanetleri ben de görüyorum. Bırak şimdi Tayyip’i, bu seçim onun seçimi değil, benim seçimim. Sen Tayyip’e değil bana oy vereceksin.”
Çünkü geçen seçimlerde “oy getiren” Erdoğan, artık “oy götüren” haline gelmişti. Yani AKP’ liler, seçim kazanmak için Genel Başkanlarını bile sakladılar.
Diğer partilerin, mevcut kadrolaşma ve çalışma sistemleri ile AKP karşısında başarılı olmaları mümkün değildir.
Türkiye, ABD-Avrupa-Rusya-Müslüman Ülkeler ile tarihinin en kötü dönemini yaşamaktadır. Dış itibarımız yerlerde sürünmektedir. Yakında Erdoğan,
“Terör Örgütlerine Yardım Etmek” suçundan yargılanabilir. Erdoğan’ın yurt içi ve yurt dışı kişisel “Para Hareketleri” çok iyi izlenmekte ve bilinmektedir. Yakında bu paralar dünyanın gündemine gelecektir.
AKP’ yi veya AKP gibi dini siyasette kullanmaktan çekinmeyen kuruluşların panzehri, Merkez Sağ’da konumlanacak yeni bir parti olacaktır.
Türk Milletinin hassasiyetlerini iyi bilen, her biri siyasetin gerçek ustası olan namuslu kişilerin organize edeceği, iyi yetişmiş kişilerden, özellikle gençlerden ve kadınlardan oluşacak kadrolara, iş-çalışma hayatı- akademik kariyer sahibi kişilerin katılımıyla oluşacak yeni Merkez Parti, AKP’ nin çanına ot tıkayacaktır.
Bu konuda herkes elinden geleni yapmak zorundadır. Bu toparlanma ve
Türk Milletinin kaderine sahip çıkma hareketi ya olacak, ya olacaktır.
Kimse bu olayın önemini anlamasa bile, biz mücadeleye ve anlatmaya devam edeceğiz.
Sağlık ve başarı dileklerimle 01 Nisan 2014
Rifat Serdaroğlu

30 Aralık 2013 Pazartesi

120 MİLYAR DOLAR ZARARIN SORUMLUSU BAŞBAKANDIR



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "17 Aralık'tan bu yana (11 günde) 120 milyar dolar maalesef zarar var. Yazık değil mi, bunu nasıl yaparsınız?” dedi.

Peki, 120 milyar dolarlık bir zarar olduysa sebebi ne olabilir?

“Yolsuzluk ve Rüşvet Soruşturması” başlayınca, Başbakan “hedefin kendisi olduğu” kanaatine vardı. Can havliyle gerilimi tırmandırdı.

Recep Tayyip Erdoğan, olayı “yargı darbesi” olarak algılamasa, gerilimi tırmandırmasa ve şöyle sözler söyleseydi, Türkiye böyle bir krize girer miydi?

“Eğer bugün hâkimlerimiz, savcılarımız hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden görevlerini yapabiliyorlarsa, güven verici bir gelişmedir. Bundan kim neden rahatsız olabilir? Bunu kim, neden engellemeye çalışabilir? Bakınız ortada son derece ağır, son derece vahim iddialar var. Anayasamıza, yasalarımıza göre suç teşkil eden ithamlar var. Bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım ak ile kara ortaya çıksın. Süreci bulandırarak, hâkimleri, savcıları tehdit ederek hiç kimse bir yere varamaz.”

Bu sözleri söylemek O’nun için bu kadar zor olmamalıydı.

Çünkü alıntı yaptığım bu cümleleri 21.04.2009 da Başbakan R.T.Erdoğan kendisi söylemişti.

Bugün Tayyip Erdoğan çok farklı bir tavır içinde olmasa ve aynı cümleleri söylese; Yargıya müdahale etmese ve hukukun işlemesine izin verse, bu gerilim ve gerilimden doğan ekonomik kayıp herhalde olmazdı.

Mesela operasyonun hedefinde Halkbank’ın olduğu, ABD’de yapılan bir Halkbank’ı bitirme planının varlığından bahsedip, “Halkbank’ı yedirmeyiz” nutukları atmasaydı, borsada Halk Bankası’nın değeri bu kadar düşer miydi?

C. Savcılığı’nın soruşturmasında banka tüzel kişiliğinin olmadığı, sadece Genel Müdür’ün şüpheli olduğu açıklandı. Genel Müdür’ün gözaltına alınması için de, evinde ayakkabı kutusu içinde 4,5 milyon dolar bulunmasının kuvvetli suç şüphesi oluşturduğu anlaşılıyordu.

Hani Hüseyin Çelik 20.08.2009 da ne demişti? “Sayın Haberal organ nakli yaptığı için, iyi bir cerrah olduğu için içeri alınmıyor. Netice itibariyle kimse sorgulanmaz, hesap sorulmaz, dokunulmaz konumda değildir.” 
Başbakan, Genel Müdür’ü görevden alıp, yerine yenisini tayin etse ve yargılamanın sonucunu sükûnetle bekleseydi, Halkbank tüzel kişiliği bundan zarar görmezdi.

Halk Bankası’nın borsadaki değer kaybından ve diğer zararlardan, sözleri ve yargıya müdahalesi sebebiyle, tek başına Başbakan’ın sorumlu olduğu kanaatindeyim.

Diğer gözaltına alınanlarla ilgili de mesela İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlunun yatak odasında kuvvetli suç şüphesi oluşturabilecek 7 tane çelik kasa, milyonlar, para sayma makinesi; bütün şüpheliler için belgeler, ses ve görüntü kayıtlarının var olduğu görülmekte.

Bu sebeple yargının işini yapmasını, ama hukuka aykırı yöntemlere başvurulmadan yargılamayı tamamlamasını beklemek gerekirdi.

Bunun yerine Emniyette kritik makamlardaki yüzlerce polisin görev değişikliği yapıldı. Savcıların yanına başka savcılar görevlendirildi, bir başka savcıdan üzerinde çalıştığı yolsuzluk dosyası alındı. Kanuna aykırı şekilde Adli Kolluk Yönetmeliği değiştirildi. Yeni tayin edilen Emniyet Müdürü, yolsuzluk soruşturması kapsamında gözaltıların yapılması yönündeki Mahkeme kararını uygulamadı.

Hiçbir hukuk devletinde olması mümkün olmayan bu gelişmeler Türkiye’nin demokrasi karnesini de, itibarını da, ekonomik tablosunu da hızla kötüye götürmektedir.

Çünkü bir ülkeye yatırım yapacak olanlar, hukuk düzeninin sağlamlığını ve ülkenin itibarını da dikkate alırlar.

Başbakan eğer kendisine ve arkadaşlarına güveniyorsa ve bu ülkeyi birazcık seviyorsa mevcut tavrından vazgeçip, 2009’da konuştuğu gibi, “bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım ak ile kara ortaya çıksın” demeli ve yargıdan elini çekmelidir.
Ruhittin Sönmez

8 Ekim 2013 Salı

Sonra Ne Diyecek?


Bugün "ilm-i siyaset" alanında becerikli olanlar başarılı sayılıyor. İlm-i siyaset ise gerçekleri "şartlar olgunlaşmadan, zamanı gelmeden" söylememek, doğruyu söylemediği hususlarda da dünyanın tek gerçeğini söylercesine içten ve inandırıcı olma becerisini göstermek" olarak anlaşılmakta.
Hele bu tarz beyanlara "Bizler faniyiz, kalıcı değiliz. Hepimizin gideceği yer, 2 metreküp çukurdur. Biz sizin için varız, sizler için bu işleri yapıyoruz" tarzı damardan cümleler ekleyebiliyorsanız, "başarı"kaçınılmaz olmakta.
Bu davranışların fetvası da hazır: "Harpte hile mubahtır!" (Harp kiminle?)
*****
Bugünlerde basında ve sosyal medyada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın aynı konuda birbirine zıt ifadelerine dikkat çeken çok sayıda yazı ve paylaşım yer alıyor. Bir bölümünü aktaralım.
1- Ana dilde eğitim konusunda:
  • Önce, (17 Ağustos 2013 de) "Ana dilde eğitim yok, özel okullarda da yok. Biz ülkeyi bölecek konularda adım atmayız."
  • Sonra, (30 Eylül 2013) "Özel okullarda farklı dillerde eğitimin önünü açıyoruz."
(Daha sonrası için AKP milletvekili Galip Ensarioğlu açıkladı: "Mevcut Anayasa'nın 42. maddesi yürürlükte iken, anayasal yasak olmasına rağmen özel okullar ile bu yasak atlatılmıştır. Ama nihayeti anayasanın değiştirilerek devletin okullarında verilmesidir.")
2- PKK ile Müzakere:
  • Önce, Oslo görüşmeleri deşifre olmadan önce, "Terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, hiçbir zaman da oturmayacağız, biz buyuz. Bunlarla görüştüğümüzü söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar şerefsizdir."
  • Sonra, "MİT Müsteşarını ben gönderdim."
3- Tek dil Türkçe:
  • Önce, TBMM'de "benim milletimin dili tektir, o resmi dil Türkçedir."
  • Sonra, "Ben ne tek dil dedim, ne tek din dedim, hiçbir yerde böyle bir ifadem yok, bunlar yalan makinesi."
4- Libya'ya Nato Müdahalesi:
  • Önce, "NATO'nun ne işi var Libya'da? Böyle saçmalık olabilir mi? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez."
  • Bir hafta sonra, "NATO, Libya'nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya gitmelidir."
5- Malatya Kürecik'e Patriot Yerleştirilmesi:
  • Önce, "NATO'dan Patriot talebimiz olmadı, iddialar tamamen asılsız, savunma icra konseyinin başkanı benim, karar verici biziz, benim bundan haberimin olması lazım, benim böyle bir şeyden haberim yok, herhalde sağır duymaz uydurur cinsinden bir haber."
  • Sonra "Türkiye NATO toprağıdır. Patriotlar Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş'a yerleştirilecek."
6- BOP Eşbaşkanlığı:
  • Önce, "Biz, geniş Ortadoğu projesinin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Şu anda Amerika'nın da düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya, genişletilmiş Ortadoğu projesi, yani bu proje içerisinde Diyarbakır yıldız olabilir."
  • Sonra, "Ellerine bir kâğıt almışlar dolaşıyorlar, Amerika'nın projesidir diyorlar, bunu ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar."
7- Kardeşim Esad/ Diktatör Esed:
  • Önce, "içerde sanal tehditler, dışarda düşman ürettiler, milleti korkuttular, Türkiye'nin üç tarafı denizle, dört tarafı düşmanla çevrili dediler, biz ne yaptık, bu anlayışı yıktık, Esad kardeşimle oturduk, iki dost, iki kardeş olduk."
  • Sonra, "Suriye giderek artan bir tehdit oluşturmaktadır." "Katil Esed hesap verecek."
8- BDP Milletvekilleri:
  • Önce, "Silahlanmaya, ayaklanmaya çağırmak, TBMM çatısı altında olanlara yakışmaz, dokunulmazlık zırhına bürünen bu zevatla ilgili kararımızı, dokunulmazlıklarını kaldırmak suretiyle vereceğiz."
  • Sonra, BDP milletvekilleri niyetleri ne olursa olsun, bu ülkenin seçilmiş milletvekilleridir, saygı duymak zorundasın"
9- Bedelli Askerlik:
  • Önce, "parası olan var, olmayan var, parası olan bastıracak parayı, askerlikten kurtulacak, parası olmayan askerlik yapacak, ben şahsen Tayyip Erdoğan olarak böyle bir sorumluluğun altına girmem, referandum yaparım, çünkü biz yola çıkarken kimsesizlerin kimi olarak çıktık, sessiz yığınların sesi olarak çıktık."
  • Sonra, "Bedeli 30 bin lira."
10- Seçim Barajı:
  • Önce, "seçim barajının düşürülmesi ekonomiyi tehdit eder, arkadaşlar biz ülkemizin ekonomik yapısını tehdit altına sokmak istemiyoruz."
  • Sonra, "Üç farklı alternatifi tartışmaya açıyoruz, yüzde 10 barajla devam edebiliriz, barajı yüzde 5'e çekebiliriz, barajı tamamen kaldırabiliriz."
*****
Başbakan son günlerde neler söylüyor? Ben öncesini yazayım, siz sonra ne diyebileceğini düşününüz.
11- Ruhban Okulu:
  • Önce, Ruhban Okulu'nun açılması için önce Batı Trakya'da baş müftüyü seçme hakkını soydaşlarımıza versinler, Atina'daki iki tarihi camimizi yapmamıza izin versinler."
  • Sonra, .......
12- Apo'nun Affı:
  • Önce, "asla böyle bir şey söz konusu değil, asla genel af yok, olmayacak"
  • Sonra, .......
13- Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet:
  • Önce, "Biz Afyonkarahisar'dan yola çıkarken, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet dedik. Böyle de gidiyoruz."
  • Sonra, ......
*****
Başkan Bill Clinton döneminde, ABD şaha kalkmıştı. Ancak Clinton, sadece Monica Lewinski olayında,ABD halkına doğruyu söylemediği için rezil rüsva olmuş, 'yalan söylemek' ve 'adaletin tecelli etmesini engellemek' suçlamalarıyla başkanlıktan azledilmesine ramak kalmıştı.
Demokrasi böyle bir şey. Demokratikleşmeyi paketlerde aramaya lüzum yok. Demokrasinin ilk şartı seçmene saygı ve ona doğruları söylemektir.
Keşke insanların önce ne olduğuna, sonra ne söylediğine ve ne yaptığına bakabilsek.
Ruhittin Sönmez

3 Ekim 2013 Perşembe

EMRET BAŞBAKANIM


-          Başbakan çok endişeli..
-          Eh. Öyle de olması lazım. Başbakanların meslek hayatı hep böyle sürer gider. Yıllar boyu gazetelerin birinci sayfalarında çıkmaları gerekir. Ki buna da bayılırlar. Onlar uzun ince bir yoldan giderler. Sevinçten havaya uçtukları zaferden, aşağılık bir başarısızlığa. Ve sonra da milletin yeni kurtarıcısının yolunu açarlar. Buna da demokrasi denir.

-          Şunun cevabını bulamıyorum. İnsan niye Başbakan olmak ister ki?
-          Mesleki tecrübe gerektirmeyen yegâne ve en iyi iş budur da ondan. Eğitim gerektirmez, nitelik istemez, sınırlı bir zekâ yeter.

-          Siz demokrasiye inanıyor musunuz?
-          Demokrasi halkın iradesini icra etmek olmamalı. Halk adına karar verecek nitelikte olanların siyasetine, halkın rızasını almayı garantilemek olmalı.

-          Kimler gibi mesela?
-          Bizler gibi tabi. Tüm seçmenler bizim kadar zeki olsalardı o zaman bu iş (demokrasi) yürürdü.
Bu diyalog meşhur “Emret Başbakanım” dizisinin yeni bölümünde yer alıyor. BBC yapımı olan, 1980’li yılların bu TV dizisi TRT’de de yayımlanmıştı. “Hükümete ve devlet yapısına yönelttiği sert eleştirilerle” dikkat çeken dizi, şimdi yeniden farklı sanatçılarla çekilerek yayımlanıyor.
Güçlü bir bürokratik geleneği olan İngiltere’de siyasiler ile bürokratların işbirliği ve çatışmaları çok çarpıcı. Başbakanlıkta bizim “müsteşar” olarak nitelendirebileceğimiz “daimi sekreter” olarak çalışan Sir Humphrey ile Başbakan’ın “özel sekreteri” Bernard arasındaki geçiyor bu konuşma.
Artık Türkiye Cumhuriyeti’nin eski güçlü bürokratik geleneği yıkıldığı için, “daimi sekreter” Sir Humprey’in ağzından dile getirilen “demokrasi” anlayışı, bizde iktidardaki siyasilerin anlayışını yansıtmakta.
Başbakan veya yakın çevresinin, halka karşı farklı konuşsalar da, içlerindeki samimi inancın şu olduğu kanaatindeyim: “Halk adına karar verebilecek nitelikte olan benim. Demokrasi halkın iradesini icra etmek değildir. Benim siyasetime halkın rızasını almaktan ibarettir.” Burada da halkın tamamının değil, yüzde ellisinin rızasını almak yeterli görünmektedir.
Başbakan’ın bu anlayışı yansıtan şu cümlelerini hatırlayınız: “Önce haddini bileceksin. Ne platformu olursan ol... Ayaklar ne zaman baş olmaya başladı?” “Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar."
*****
Bu zihniyetin uygulamasını da bugün açıklanan “demokrasi paketi”ne bakarak bulabiliriz.
Bu paketler, Yılmaz Özdil’in son kitabında yazdığı gibi AKP iktidarının ilk yıllarında başlamıştı: “2003 yılındaAB’ye uyum ayaklarıyla Eve Dönüş Yasası zart diye Meclis’ten geçti. Bu yasanın aslında ne anlama geldiğini PKK’yla arası çok iyi olan gazeteci Mehmet Ali Birand köşesinde yazdı. ‘Kandil Dağı’ndaki suça karışmamış PKK’lılar Türkiye’ye dönecek, Murat Karayılan, Cemil Bayık gibi 100 kadar PKK yöneticisi, siyasi göçmen olarak Norveç’e gönderilecek, Norveç’le görüşmeler başladı’ dedi.”
Seneler sonra MİT’in PKK ile Oslo’da masaya oturduğu ortaya çıktı.
Ancak bütün bu yapılanlar bizzat Başbakan’ın öncülüğünde AKP yetkilileri tarafından hep yalanlandı. “PKK ile müzakere yapılıyor” diyenler “şerefsizlikle” suçlandı. Bu manaya gelebilecek yazı, karikatür vb yayınlara karşı davalar açıldı.
2013 Haziran ayından bu yana PKK’nın Kandil’deki bir numarası dâhil çok sayıda militana eve dönüşyolunun açılacağı yeni düzenleme hazırlıkları devam ediyor. “Kışanak ve Demirtaş yetmez, demokratikleşme için Bayık, Karayılan ve Öcalan da Meclis’te olmalı” diyenlerin paket’e oyu bellidir:“Yetmez ama evet.”
*****
Emret Başbakanım” dizisinde, “siyasetçilerin basın ve seçmen karşısında YALAN SÖYLEMEKSIZINherkesin duymak istediğini söylemesi, buna rağmen kendisini bağlayıcı sorumluluk altına girmemesisergileniyordu.”
Türkiye’de Başbakan da bunu taklit eden örnekler vermişti: Mesela İstanbul Belediye Başkanı’yken katıldığı bir TV programında bir vatandaş telefonla yayına bağlanarak “Atatürk’ü seviyor musunuz?” diye sormuştu. Erdoğan’ın cevabı “seviyorum desem inanmayacaksın, sevmiyorum desem zil takıp oynayacaksın”olmuştu.
PKK ile görüşmeler açığa çıktığında da “ben görüşmüyorum, devlet kurumları görüşüyor”; bir süre daha zaman geçip şartlar değişince de, “MİT Müsteşarını görüşmek üzere ben görevlendirdim ama pazarlık söz konusu değil” diye konuşmuştu.
Bunlar “evet” veya “hayır” diye cevap verilebilecek basit sorulara, uzunca dolambaçlı cevaplar verilmesi suretiyle sorumluluktan kurtulma çabalarıydı. Ancak “Emret Başbakanım” dizisindeki Başbakanın “yalan söylemeksizin, kendisini bağlayıcı sorumluluk altına girmemesini sağlayan” zekâ ışıldayan cümlelerinin yanında bunlar çok sönük kalıyordu.
*****
Arslan Bulut şu soruyu onlarca defa sordu: “Tayyip Erdoğan, 2001 yılında New York’tan gönderilen ve özeti ‘Yerel yönetimlere özerklik vermeyi kabul etmeniz halinde yeni kuracağınız partiyi destekleyeceğiz’şeklinde olan 3,5 sayfalık gizli belgeyi, AKP’nin programı haline getirmedi mi? 11 yıl önce verdiği söz, bu söz değil midir?”
Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı paket, kendi ifadesiyle, “Türkiye'de şartlar oluştuğu; engeller, dirençler ortadan kalktığı için 11 yıllık zincirin bir halkası olarak” açılıyor ve NIHAI HEDEFE KADAR yeni paketler açılacak.
“Özel okullarda başlatılacak Kürtçe ve diğer dillerde eğitim ve Kürtçe kamu hizmetlerine erişim”, Kürtçe ve diğer yerel dillerde propaganda yapılabilmesi, Kürtçede kullanılan w,q,x harflerinin serbest olması,“özerklik adımlarının atılması,” “BDP’nin Hazine yardımından yararlanması” ile Türk insanı nasıl özgürleşecek, nasıl daha demokrat bir ülke olacağız? sorularına cevap verilemeyeceği için, kamu kurumlarında başörtüsü serbestliği vb bazı düzenlemelerle olay örtülmek isteniyor.
Halkın iradesini icra etmek yerine, “büyük oyunun” sahiplerinin planlarına uyuluyor.
Mesele şudur: Millet demokrasi ambalajına sarılmış bu ABD/PKK planına destek verir mi?
*****
Ben söylesem inanmazlar. Bir ABD Başkanının sözüne itibar ederler. Abraham Lincoln’ün sözü ile bitirelim:
“Herkesi bir kere kandırabilirsiniz, birini her zaman kandırabilirsiniz, ama herkesi her zaman kandırmazsınız."

30.09.2013

Ruhittin SÖNMEZ