Sayfalar

28 Aralık 2010 Salı

Atatürk’ün Ankara’ya gelişi...

“Atatürk’ün Ankara’ya gelişi...”

Bu küçük cümlenin Atatürk karşıtı yobazların ruhlarında ne denli travma yarattığını bilemezsiniz...

Çünkü her şey o “geliş” ile başlıyor...

Tarikatların, medreselerin, şıhların, mollaların, dergâhların hâkimiyeti... Din adı altında bir ulusun iliklerine kadar emilerek sömürülmesi... Yobazların ilkel kara düzeni...

Tümü o “geliş” ile gidiyor...

Onun için “gelişi” hiçbir zaman hoş karşılamadılar...

Kızdılar “geliş”e...

*

Ellerinden gelse her sene o gün, tam tersi için törenler-kutlamalar-şenlikler yapacaklar:

“Atatürk’ün Ankara’dan gidişi...”

*

Bu yüzden “Trafik tıkanıyor” bahanesiyle (ki İzmir’in bütçesi kadar alt-üst geçitlere para harcanan Ankara trafiğinin halini bir görseniz) dünkü “geliş” kutlamalarındaki koşuya güzergâh vermediler.

Ve geleneksel koşu iptal edildi.

Oysa ben o güzergâhın her gün iki kez yolcusuyum. AKP Genel Merkezi de o güzergâhtadır... Zırt pırt trafik durdurulur, yollar kesilir, ara çıkışlar engellenir, ambulanslar, hastalar, okul çocukları bekletilir...

Camdan başını uzatanlar sorar:

“Niye tıkandık?..”

“Geliş...”

“Kim?..”

“Tayyip Erdoğan, partiye geliyor...”

*

Atatürk’ün “geliş”ini sevmiyorlar...

Çünkü “gelişin” ruhu dahi gözükse, biliyorlar ki bu kendileri için “gidiş” anlamına gelir...

“Geliş” onlar açısından kötü haber...

Zaten 8 yıldan beri sinsi sinsi yaptıkları şey Atatürk’ün “gidişi”ni sağlamak değilse ne?..

Tam bunu başardıklarını sandıkları anda, demek ki o rüyalarına giren haberi alıyorlardır:

“Atatürk’ün temsili gelişi...”

O zaman kızıyorlardır “geliş”e...

Tüyleri diken diken oluyordur...

“Atatürk gelmemiş gibi” olsun istiyorlardır...

*

İşte; şimdi de “Atatürk’ün temsili gelişine” güzergâh vermediler...

Olsun...

“Geliş”ten bu kadar korkmaları dahi “gidiş”in teminatıdır...

bcoskun@cumhuriyet.com.tr

Başbakan ABD’ye dava açtı mı?

WikiLeaks internet sitesinin, Türkiye’deki ABD Büyükelçiliği’nden ve İstanbul Başkonsolosluğu’ndan ABD Dışişleri Bakanlığı’na yazılan kriptoları açıklamasının üzerinden yaklaşık bir ay geçti...

Bizimkilerin iddia ettiği gibi ABD yönetimi bu belgelerden dolayı Türkiye’den özür falan dilemedi...

Tam tersine; ABD Dışişleri Bakanlığı, söz konusu yazışmalardaki bilgilerin güvenilirliği konusunda hiçbir kuşkuları olmadığını dünyaya duyurdu!


***

Peki ne deniliyordu o belgelerde?
“Türkiye’deki İncirlik Üssü’nde atom bombası var...”
“eski bir bakan uyuşturucu işi yapıyor...”
“Türkiye Başbakanı’nın İsviçre bankalarında 8 tane gizli hesabı var...”

“Türkiye’de Başbakan’la Cumhurbaşkanı arasında ciddi bir gerginlik var...”

“Türk Hükümeti gizli hesaplardan Trabzonspor’a para aktardı...”

Ve daha bir sürü ciddi suçlama!


***

Başta Başbakan olmak üzere AKP’liler bu belgelerin tamamının “yalan ve iftira” olduğunu belirterek, o yazıları yazanlardan ve yayınlayanlardan hesap soracaklarını, hepsi hakkında tazminat davaları açacaklarını söylediler...
Normalde bu iddiaları Türkiye’deki bir köşe yazarı dile getirmiş olsaydı; daha yazısının mürekkebi kurumadan davayı yerdi!

Ancak, her önemli olayda olduğu gibi bu bir aylık sürede de gündem o kadar hızla değişti ki; takip etme olanağı bulamadık...

Önce yumurta atan öğrencilere uygulanan polis şiddetiyle...
Sonra BDP’nin “iki dil” ve “özerklik planı” açıklamalarıyla...

Meclis’teki kavgalarla...
Ve CHP’nin yeni yönetimiyle uğraştık...
Sonuçta zaman su gibi akıp geçti...


***

Başbakan’a soruyorum:
O iddiaları yazanlar belli: Dönemin Ankara’daki ABD Büyükelçisi ve İstanbul Başkonsolosu...
Yayınlayan da WikiLeaks...

Bu bir aylık sürede dediğinizi yaptınız mı?
Yani, ABD’li diplomatlar ve WikiLeaks hakkında ağır tazminat talepleri içeren davaları açtınız mı?
Açtıysanız, nerede açtınız? Türkiye’de mi, ABD’de mi?
Açmadıysanız, ne bekliyorsunuz?
Vazgeçtiyseniz, neden?

Yoksa dava açacağınız kişilerin ya da kurumların, mahkemeye bazı belgeler sunup, iddialarını kanıtlamalarından mı çekindiniz?

Çekindiyseniz, neden o belgelerin yayınlandığı ilk günlerde “Hesap soracağız” diye kıyamet kopardınız?


***

WikiLeaks dosyaları yayınlamaya devam ediyor... İddialarına göre, daha Türkiye’ye ilişkin dosyaların, “pilavdaki pirinç tanesi” kadar bölümü yayınlandı!

Eğer AKP iktidarı, kendisiyle ilgili ilk iddiaları “dava açarak” yargıya taşımazsa...

Diğer “pilav taneleri” ortaya çıkınca ne yapacak?
İlk iddiaları yargıya taşıyamayan bir iktidarın, sonraki iddiaları yalanlamasına nasıl inanacağız?


Mustafa Mutlu (Vatan Gazetesi-24.12.2010

Kalleşler ve saflar

Kalleşler ve saflar




23 Aralık günü Necip Mirkelamoğlu’nun cenaze törenine katıldım. Duasını okurken yıllar öncesine, 1981-82 yıllarına gittim. 12 Eylül 1980 darbesi herkesi perişan etmiş, kimini cezaevine atmış, kimini işsiz bırakmış, toplum tıpkı bu günkü gibi korkutulmuş, sindirilmiş, aykırı tek ses yok…

İzmir’in yetiştirdiği gerçek gazetecilerden rahmetli Akın Kıvanç ile birlikte “Ayrıntılı Yorum” adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Darbe yönetimine karşı demokrasiyi, özgürlüğü savunuyoruz. En büyük sıkıntımız dergiye ciddi yazı bulamamak, kimse yazı vermiyor, kimden istesek “yürü kardeşim, başımı derde mi sokacaksınız” cevabını alıyorduk. Necip Bey’den yazı istedik, her sayımıza yazı verdiği gibi çok sayıda yazar arkadaşını da bize yönlendirdi. Haftada bir İzmir Barosu Başkanlarından rahmetli Necdet Öklem’in ofisindeki toplantılarımıza katılıp bizlere deneyimlerini aktardı ve destekledi. Hepsinin mekanları cennet olsun…

Necip Mirkelamoğlu, Şanlıurfa-Birecik doğumluydu. Tarihteki Kürtçülük-Bölücülük olaylarının gerçek yüzünü bilen nadir insanlardandı ve ayrımcılık yapanlara ağzını doldura doldura “Kalleş bunlar” derdi. Gerek 30 seneyi aşan siyasi hayatımda, gerekse özel hayatımda çok dostum, arkadaşım oldu. Bizler kimsenin etnik kökenine bakmadık. Zor günlerimde, bir Allahın kulunun kapımızı korkudan çalmadığı anlarda bir lokma ekmeği paylaştığımız Kürt kökenli arkadaşlarımız oldu, bu dostluklar hala devam ediyor…

Peki bizleri ayrıştırmaya, bölmeye gayret eden kalleşler kimler ve onların oyununa gelip, ülkemizin ayrışma sürecine girmesine bilmeden çanak tutan saflar kimler? Bunlar bizi bölmeyi başarabilecekler mi?

Asırlardır yaşanan beraberlikler, etnik kökeni Kürt olan baba ile Türk annenin evliliklerinden olan çocuklar, torunlar bu ayrımcılığa “evet” diyecekler mi?
Ya, ticaret hayatında kurulan bunca yıllık ortaklıklar ve kardeşlikler bu kalleşlere geçit verecekler mi?
Cumhuriyetin kuruluşunda omuz omuza çarpışan kahramanların torunları, onların çocukları, askerlik arkadaşlıkları, okul arkadaşlıkları, hısımlıklar, dostluklar bu kalleşlerin oyunlarını bozamayacak mı?

Kürt kökenli vatandaşlarımız, ülkenin bütününü bırakıp, bir bölgeye kapatılmaya, tekrar maraba olmaya ve sonradan Barzani denen eşkıyaya satılmaya “evet” diyecekler mi?...
Bu Kürtçü-Bölücü kalleşlere, etnik kökeni Kürt olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız adına konuşma yetkisini kim verdi?
Bunları dinlediğinizde; “Türkiye’de 20 Milyon Kürt var, özerklik isteriz, ayrı bayrak isteriz, ana dilde eğitim isteriz” derler. Eğer dedikleri gibi 20 Milyon Kürt kökenli vatandaşımız varsa, bunların 12 Milyonu oy kullanan seçmen olması gerekir.(Türkiye de nüfusun yaklaşık %60’ı seçmendir) Kürtçü-Bölücü PKK terör örgütünün siyasi temsilcisi BDP’nin ve benzeri adlarla kurulup kapatılan partilerin şimdiye kadar aldıkları en fazla oy 2 Milyondur. Nerede geriye kalan 10 Milyon oy?
Kaldı ki bu 2 Milyon oyun da büyük kısmı tehditle, silahla, korkutarak alınmış oylardır. Yani Bölücü örgütün dediği gibi Kürt vatandaşlarımızın nüfusu 20 Milyon ise, Kürt kökenli vatandaşlarımızın 6 da 5’ i bölücü örgütü desteklemiyor demektir. Yok, tüm Kürt kökenliler PKK’yı ve görüşlerini destekliyor diyorlarsa, Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın sayısı ancak 3,5- 4 Milyondur…

Görüldüğü gibi esas bizi bölmek isteyen bu kalleşler azınlıktır ve ne yaparsanız yapın bunlar terörden vazgeçmezler. Çünkü bunlar için terör, uyuşturucu ticareti, insan ve organ kaçakçılığı geçim kapısıdır, para kaynağıdır. Bunlar, Kürt kökenli gençlerimizi parayla kandırıp dağa çıkartan ve onları bile bile ölüme gönderen kalleşlerdir. Bunlar, bu güzel vatanı koruyan güvenlik görevlilerimizi ve devlet görevlilerini şehit eden ve aramıza nifak sokmak isteyen ayrılıkçılardır. Bunlar bazen Amerikalının, bazen İngiliz’in, bazen Arap’ın, çoğunlukla da Barzani’nin kavuğunu sallarlar.

Kürt kökenli vatandaşlarımızın seslerini duyurma, yapılan yanlışa itiraz etme ve ülkemizin bütünlüğüne sahip çıkma zamanıdır. Eğer bu terör örgütünü ve onun siyasetteki piyonlarını desteklemiyorlarsa, ki ben tamamen bu inançtayım, bunu gösterme zamanıdır. Lütfen sesinizi çıkarın artık, korkmayın….

Terör örgütünü ve onun profesyonel yerli ve yabancı taktisyen ve teorisyenlerini uyutacaklarını zanneden cemaat artığı saf siyasetçiler bilmeden ülkeye büyük kötülük yapmaktadırlar. Eğer düşünce; “Ben kafamdaki sistemi kuruncaya kadar bunlarla beraber yürüyeyim, sonra icabına bakarız ise, bu tam bir saflık numunesidir. Çünkü ölümle arkadaşlık yapamazsınız.

Başbakan Erdoğan maalesef oyuna getirildi, Kürtçü danışmanları, Kürtçü milletvekilleri ve tarikatların ortak operasyonlarıyla Kürtçülük kuyusuna düşürüldü. Bu tarihi hatanın bedelini çok acı kayıplarla ödeyeceğimizi önümüzdeki günlerde beraberce göreceğiz. İnşallah canımız çok yanmaz…

Şu sorulara beraberce yanıt arayalım;
*Siz hiç PKK’nın ve BDP’nin Güneydoğu Bölgemizdeki feodal düzenden, aşiret, ağalık ve şeyhlikten şikayet ettiğini duydunuz mu?
*Türkiye Cumhuriyetini demokratik açıdan “geri” bulan Kürtçüler, tam bir diktatör olan Barzani’nin karşısında neden esas duruşta beklerler, hiç düşündünüz mü?
*Türkiye Cumhuriyeti Devletine hakaret edebilen Osman Baydemir, niçin kendisine ana avrat dümdüz giden Apo’ya tek laf söyleyemez?
*PKK emrettiği için Kandilden gelenleri karşılamaya giden binlerce insandan, “ağalık düzenine karşıyız” diye bir eylem bir hareket gördünüz mü?
*Güneydoğu Bölgemizin bir ilinde, kaçak sigara satan dükkanları polis aramak isteyince çatışma çıktı, herkes polise saldırdı ve polis geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı hareket İzmir’de olsaydı, o polis ne yapardı?
*Kadın Güneydoğu bölgesinin büyük bir kısmında “köle” gibidir. İki görevi vardır. Doğurmak ve çalışmak. Siz hiç BDP’ den “açılım” adı altında Kürt kökenli kadınların acılarına son verecek bir proje, bir yasa teklifi duydunuz mu?
*Kuzey Irak’ta bir erkeğin 4 kadınla evlenmesi için yasa çıkaran Barzani nasıl oluyor da bu özgürlükçü demokratların taptığı lider olabiliyor?
*Töre cinayeti adı verilen ilkellikler niçin hep bu bölgede olur da, örneğin batıda hiç olmaz?..
*Devleti bölgede yaptığı barajları, eğitim ve sağlık tesislerini bombalayan terör örgütünün ve onun siyasi temsilcisi BDP’ nin, Güneydoğu Bölgemizin herhangi bir yerinde Allah rızası için bir çeşme yaptırdığını duydunuz mu?..
*Niçin, elektrik dağıtımında kaçak oranı Denizli’de % 1’dir de, Şırnak’ta %75’tir?
*Güneydoğu bölgesinde PKK ve Barzani’ye verilen haraçların toplamı nasıl oluyor da T.C Devletine verilen verginin 10 katı olabiliyor?

Yapılması gerekenler şunlardır;
* Elinde silah olan adamla müzakere yapılmaz, mücadele edilir. Kişi, ne sebeple olursa olsun eline silah alıp, bu ülkenin güvenlik güçlerini, masum insanlarını öldürüyorsa devletin görevi bu kişiyi bulup etkisiz hale getirmek ve adalete teslim etmektir. Bu mücadele sırasında “ancak” , “ama” olmaz, olursa terörle mücadele edemezsiniz. Bugün AKP Hükümetinin emriyle güvenlik güçleri terörle mücadele etmiyor, sadece kendini savunmaya çalışıyor.
*Kişiler, etnik kökenler, belli zümreler için demokratikleşme olmaz. Tüm ülke için demokratik standartların yükseltilmesi gerekir. Gelişmiş bir demokraside yaşamak tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hakkıdır.
*Türkiye Cumhuriyeti Devletinin modeli “Ulus Devlettir”. Türkiye bölünmez bir bütündür.
*Türkiye’nin resmi dili ve eğitim dili tektir ve Türkçedir. Devlet, herkesin anadilini, kültürünü,sanatını, sosyal yaşamını öğrenmesi, geliştirmesi ve yaşatabilmesi için gereken önlemleri alır ve destekler.
Hangi ülkenin başına böyle bir felaket gelse bu şekilde mücadele edecektir. Aksi takdirde terör galip gelecek ve o devlet batacaktır.

1787 yılındaki Vatikan destekli Kürtçülük hareketinin de, Paris Üniversitesine bağlı Kürtçe öğreten yüksekokulun da, Rusya’daki Kürtçülük hareketinin de, Kürtlerden ilk kez söz eden antlaşma olan Ayastefanos antlaşmasının da, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetinin de, Kürdistan Teali Cemiyetinin de, Sevr Antlaşmasının da, Koçgiri ayaklanmasının da, Şeyh Sait ayaklanmasının da, benzerlerinin de amacı Türk Devletini parçalamaktı. Bazı safların dediği gibi kalkışmalar ve isyanlar “demokrasi eksikliğinden” veya, “anadilde eğitim olmadığından” kaynaklanmıyordu. Türkiye Devleti bugüne kadar bu kalkışmaları, isyanları bastırmasını bildi. Yöntemler tartışılabilir ama isyanlar, kalkışmalar ve işlenen cinayetler de tartışılmalıdır. Sadece devleti ve güvenlik güçlerini suçlamak en hafifinden ihanetin üzerini örtme çabalarıdır.

Bu kalleşlere tüm Türk Milleti olarak karşı durma zamanıdır. Beraberce haykırmalıyız ki sesimiz taa Amerika’dan duyulsun; Türk-Kürt kardeştir, bölmek isteyenler kalleştir ve bizden değildir…

Neden yalnız ‘özerklik’ değil?

Neden yalnız ‘özerklik’ değil?

“Özerklik yerine demokratik özerklik demelerinin nedeni Batı’nın da kullandığı ve ‘toplumların tepkilerini kırmakta etkili’ bir yöntem olmasındandır. İnsanların karşısına iyi, müspet bir şeyle çıktığınız zaman itirazını, direncini kırarsınız. Geçmişten günümüze bir çok olumlu kelime bu alanda kullanılmıştır, örneğin ‘demokrasi, özgürlük, insan hakları, eşitlik, barış, açık toplum..’ gibi. Bilimsel açıdan baktığınızda sosyal psikolojide bilinen bir yöntemdir bu..

Batılılar geçmişte sömürge yaparken de ‘sizi sömüreceğiz, boyunduruk altına alacağız’ demediler. Mandater devlet, rehber, temsilci devlet olarak o devleti medenileştireceklerini söylediler” diyor.

Yani “demokratik” kelimesinin tepkileri azaltmak için düşünüldüğünü anlatmış ve bir de not eklemiş;
“BDP ile terör örgütünün ‘özerklik talebinde bulunması’ kendileri açısından akıllıca. Bu şekilde hem ayrı bir devletleri olmuş olacak, hem de İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi cazibe merkezlerinden vazgeçmemiş olacaklar. Hem Türkiye’nin geneli hakkında söz sahibi olacak, hem de aşamalı bir şekilde kendi devletlerini inşa etmiş olacaklar. İstenildiğinde de bağımsızlık ilan edilebilecek.”
Ne dersiniz, akla yakın mı? (Bugüne kadar Güneydoğu’ya yapılmış barajlar, fabrikalar ve tüm yatırımları da “kuruluş hediyesi” kabul ederler o durumda herhalde.)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Ikinci Dil Üzerine Görüşler

OLMAZ!

Kürtçüler, BDP’liler, aydın diye geçinen teneke kafalılar kendilerini ne kadar yırtarsalar da nafile!

BDP Genel Başkanı çıkıp, “Devletin yasal ve anayasal düzenlemelerini beklemeyeceğiz. Kürtlerin yaşadığı tüm bölgelerde ve yaşamın tüm alanlarında iki dilli hayat olacak” diyor.

Sanırsınız ki milletvekili değil de anayasal düzene başkaldıran, halkı provoke eden PKK teröristi…

Bu nasıl bir sözdür?! Siz hangi ülkenin milletvekilisiniz? Türkiye’nin mi yoksa bizim henüz adını bilmediğimiz başka bir ülkenin mi?

Gerek Cumhurbaşkanı Sayın Gül, gerekse Meclis Başkanı Sayın Şahin BDP’lilerin Meclis’te inatla ve kışkırtıcılık yaparak Kürtçe konuşması üzerine “Bu suçun cezası parti kapatmadır” diye çıkışmışlardır.

Savcılarımız uyuyor mu?

Kürtçenin ikinci resmi dil olmasında bir sakınca görmeyen aklı evvellere, Almanya’daki 6 Türk Milletvekilinin hiçbirisinin Alman Parlamentosunda Türkçe konuşamadığını hatırlatırım.

Kürtçe ne ikinci bir resmi dil, ne de eğitim dili olabilir.

Birazcık akıl ve sağduyu sahibi her insan konumu, kariyeri, makamı ne olursa olsun, bu gerçeğe işaret eder.

Bugün Kürtçülerin “bunda ne var” diyerek ve masum bir istekmiş gibi ortaya sürdükleri “ikinci dil” savunuları, onları haklı çıkaracak nitelikte değildir.

Köylere Kürtçe isimler vermek, belediye çöp bidonlarının üzerlerine Kürtçe yazılar yazmak suretiyle Kürtçeye meşruiyet kazandırmaya çalışmak, ucuz kahramanlık örnekleridir.

Ortaya çıkıp “Ne Anayasa, ne yasa, ne Lozan antlaşması dilime, kimliğime gem vuramaz. Biz bu dil için buradayız” diyenlere Türkiye Ulus devletinin bir kabile devleti olmadığını hatırlatırım.

Kürtçüler artık şunu anlamalıdırlar.

Şüphesiz ana dil kutsaldır. Her insan ana dilini konuşabilmelidir.

Ama hiç kimsenin resmi dili Türkçe olan bir ülkenin Meclis’inde başla bir dili konuşmaya hakkı yoktur. (Eğer azınlık ya da misafir değilse)

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda dahi yalnızca devletin resmi dili olan Türkçe konuşulurdu.

Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti Ulus devletinde hiç konuşulamaz.

Meclis’teki bu saygısızlığa, kışkırtmaya tüm milletvekillerimiz gereken yanıtı vermelidirler.

Bu yanıtı vermeyen milletvekilleri ve partiler yaklaşan genel seçimlerde en yüksek perdeden en sert eleştirileri almaya da hazır olmalıdırlar.

Bu dil konusu açılınca, PKK terör örgütüyle bağlarını inkâr edemeyen BDP milletvekilleri ve tatlı su aydınları Avrupa’dan örnek verip duruyorlar.

Efendim İspanya’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da birkaç dil kullanılıyormuş.

Hepsi yalan!

Çünkü Avrupa’da “iki resmi dilin” konuşulduğu bir ülke yoktur.

Farklı dillerin konuşulduğu, farklı dilde eğitim yapıldığı büyük bir aldatmacadır.

Örneğin bu aymazlar İspanya’da; İspanyolca, Katalanca, GalHHyaca, Baskça konuşulduğunu söylerler ama İspanya’nın tek resmi dili “İspanyolca”dır demezler.

Yine bu tayfa, Bulgaristan’da Bulgarca ve Türkçe, Yunanistan’da Yunancanın yanı sıra Makedonca ve Türkçe, Irakta Arapça, Kürtçe ve Türkmence konuşulduğunu söylerler, yazarlar ama saydıkları diğer yan dillerin azınlık dilleri olduğunu nedense söylemezler.

Yani, “Bakın AB’ de ve başka ülkelerde her türlü dilde konuşma serbest sizde niçin yasak?” aldatmacasıyla toplumu bir bölünmeye hazır hale getirmeye çalışıyorlar.

Yunanistan’da yaşayan bir Makedon veya bir Türk, ya da İspanya’da bir Katalan, bir Bask, kamusal alanda kendi dilini kullanmayı talep etsin bakalım; başına neler geliyor.

Bugün “AB ülkelerinde farklı kültürler bir arada yaşamaktadır. Bu farklılıkların Türkiye’ de olduğu gibi bölünme korkusu yaratacağı düşünülmez, aksine bunlar zenginleştirme öğesi olarak kabul edilir. Bu nedenle Türkiye’de Kürtçenin eğitimde ve kamusal alanda kullanımının üzerindeki yasağın kaldırılması hem yaşamın güvencesi olur, hem de ülke zenginleşir. Avrupa da böyledir. ” anlamında söz edenler gerçeği söylememektedirler. Zırvalamaktadırlar. Toplumu yanıltmaktadırlar.

Eğer PKK terör örgütü ve işbirlikçilerinin istediği demokratikleşmeyse, o zaman PKK silah bırakıp teslim olsun.

Değilse maksatlarını ağızlarının içinde geveleyip durmasınlar.

Duruşu, çalışmaları ve tavırlarıyla topluma güven veren aydınlarımız; “Çağdaş milletler, çeşitli etnik köken ya da ”ırk”lardan gelerek, birbirleriyle etkileşerek, birbirlerini eriterek, birbirleriyle birleşerek meydana gelirler. Milletin ‘tekliği’ ve ‘bütünlüğü’ kavramı da buradan gelir.”demektedirler.

Bakın Atatürk ne diyor “ Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.” (Atatürk- 1931)

Peki, günlük yaşantılarında Kürtçe konuşma özgürlüğü ile yetinmeyip, “Kürtçe eğitim isteriz”, “Kürtçe alfabe isteriz”, “Kamu da Kürtçe işlem isteriz” , İki resmi dilli hayat isteriz”diyenleri şimdi nereye koyacağız?..

Demokratik haklar adı altında Kürtlere kendi dilinde eğitim verilmesinde ve kamusal alanda kullanılmasında sakınca görmeyen devletimizin yetkililerini ve adı “aydın” olan yazar-çizerleri nereye koyacağız.

Kürtçe eğitimden, devlet kurumlarında Kürtçenin geçerli dil olmasından bahsedenlerin yeni bir alfabe ortaya çıkacağından da haberleri olsa gerek. Öyle bir alfabe ki, Türkçede yer almayan W, X, Q gibi harfler yer alıyor.

Diyelim ki bu alfabeyi kabul ettiniz. Kürtler de Diyarbakır’a; Amedi, Van’a; Wan, Hakkâri’ye; Hekari, Başkale’ye, Başqele, Uludere’ye Wuludere, Şırnak’a Şirnax diye tabela astılar.

Ne diyeceksiniz? Ne yapacaksınız?

Anayasayı; Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçe ve Kürtçedir” diye değiştirecek misiniz?

Eee… Sonra! Arkasından ne gelecek? İki millet iki devlet mi?

Şüphe yok ki; insan dili binlerce yılın deneyim ve birikimini taşıyan özel bir araçtır ve kendi halkının izlerini taşır. Dolayısıyla, Türkiye coğrafyasında bir azınlık olmayan Kürtlerin, günlük yaşamda kendi dillerini kullanması, sanatta, edebiyatta kendi dilleri ile eserler vermesi doğaldır.

Ancak, milleti oluşturan en temel unsur “ortak dildir.” Bugün Türk Milletini oluşturan “ortak dil” ise Türkçedir. Aklı başında hiçbir millet, “ortak dil” in parçalanmasına, “ikinci bir resmi dil” in yaratılmasına ön ayak olacak girişimleri desteklemez.

Bugün Kürt toplumunu temsil ettikleri savıyla yola çıkanların istedikleri haklar; içinde yaşadığı milletten, farklı kültüre sahip bir toplum olduğunu idrak eden ama aynı zamanda, kendini içinde yaşadığı millete bağlı bulunduğunu söyleyen bir toplumun istekleri değildir.

Bu istekler, azınlık istekleridir. Oysa Kürtler azınlık değildir. Öyleyse bu isteklerin arkasındaki gerçek amacı okumamız gerekmektedir. “Ortak dil” hangi etnik kökenden gelirse gelsin kişiyi içinde bulunduğu milletin bir vatandaşı, bir parçası haline getirirken, ayrı dil, toplumu başka toplumlardan ayırarak millet haline getirir.

İşte demokratik haklar aldatmacasıyla öne sürülen Kürtçe isteklerinin arkasındaki gerçek amaç budur. Bu gerçek amaç; “federatif bir Kürt devleti” dir. Nitekim KADEP Başkanı bu amacını televizyon ekranlarında açıkça ifade etmiştir.

Elbette bu Türk Milletince kabul görmeyecek bir istektir.

Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun’un diyor ki; “Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, ülkesinin resmî dilini yeterince öğrenmemiş olan bireylerden, içinde bulundukları toplumun tek bir millet olduğuna inanmalarını ve toplumun bütünlüğüne bağlanmalarını bekleyemeyiz. O hâlde resmî dilin bütün vatandaşlarımıza en iyi şekilde öğretilmesiyle ilgili politika hayatî öneme sahiptir. Dilin, toplumun çözülmesini önleyici ve bütün vatandaşlarımızı ortak bir kimlikte birleştirici rolünü oynayabilmesi için dil öğretimindeki aksaklık hatta yokluk sorununun, şu anda akla gelebilecek bütün sorunların önüne alınıp çözülmesi yönünde adımların atılması şarttır.“

Dil konusundaki sorunu çözmek isteyenlere duyurulur.





TOKAT HABER GAZETESİ