Sayfalar

30 Kasım 2011 Çarşamba

AKPli vekilden şok sözler

SON ÜÇYÜZ YIL İÇİNDE HAÇLI EMPERYALİSTLERE KARŞI ZAFER KAZANAN TEK MÜSLÜMAN KOMUTAN OLAN ATATÜRK, MİLLİ KURTULUŞ SAVAŞINDAN SONRA ULUSUMUZA KİMLİK,ONUR VE HAYAT VEREN DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRDİ

ULUSUMUZU YOK EDİLMEKTEN VE KARANLIK ZİHNİYETİN ELİNDEN KURTARABİLDİĞİ KADAR KURTARDI.

ATATÜRK'ÜN MİLLİ MÜCADELESİ,HAÇLI EMPERYALİSTLERİ VE ONLARLA BİRLİKTE,ŞEYHLERİ,AĞALARI VE ÇEŞİTLİ YER VE DÜZEYLERDEKİ DİN TACİRLERİNİ RAHATSIZ ETTİ.

O GÜN BUGÜNDÜR O KESİMLERİN ELEBAŞLARI VE ŞİMDİ DE YURTDIŞINDA VE YURTİÇİNDEKİ TORUNLARI ATATÜRK'E , ATATÜRK'ÜN ALLAH VERGİSİ DEHASIYLA YÜCE TANRININ BİZE NASİBETTİĞİ LAİK DÜZENİMİZE, ÇAĞDAŞ YAŞAMIMIZA,CUMHURİYETE VE KAHRAMAN ORDUMUZA DÜŞMANDIRLAR.

ULUSUMUZUN ÇOK DİKKATLİ OLMASI VE ULAŞTIĞIMIZ UYGARLIK DÜZEYİMİZİN TÖRPÜLENMESİNE MÜSAADE ETMEMESİ GEREKMEKTEDİR.

SİZE AŞAĞIDA AKTARACAĞIM OLAY SANKİ BİR KIYAMET HABERCİSİ GİBİ. İNSANIN TÜYLERİ DİKEN DİKEN OLUYOR,AKLI DONUYOR.İNANMAK İSTEMİYORUM.AKILIMI YİTİRECEĞİM.
SEVGİ VE SAYGILARIMLA

CEVDET COŞKUN

*********************

TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda konuşan AKP’li İhsan Şener, insanın kanını donduran açıklamalar yaptı.
Ordu Milletvekili ve İnkilap tarihi doktoru İhsan Şener, Yunan Ordusunun Ege’de savaşmadığını ve Türk şehitliklerinin sembolik olduğunu söyleyerek, bütün bunlar Ankara’daki yönetimin meşruluğunu göstermek için yapıldı iddiasına bulundu. Kanıt diye de Yunan tarihinde Ege Savaşı olmayışını gösterdi.

Türk milletine en büyük hakaret: “Yunan tarihinde bir Ege savaşı yokmuş”
28 Kasım günü TBMM İnsan Hakları Komisyonunda aldığım davet üzerine milletvekilleri ile terör olayları sonucunda hayatını yitirenler ve faili meçhul cinayetler ile ilgili görüşlerimi paylaştım. Özellikle faili meçhuller ile ilgili olarak 17 bin rakamının yalan olduğunun altını çizdikten sonra, İstiklal Savaşı sırasında bile faili meçhullere izin verilmemiş iken devleti korumak adına kimsenin hem polis, hem savcı, hem hakim, hem de cellat olmasının kabul edilemeyeceğinin altını çizdim. İsmet Paşa’nın Batı cephesi komutanlığına atandığı ilk günlerde Yunan Ordusu ile savaşan Türk çetelerinin zaman zaman Yunanlılar ile işbirliği yapanları astığını, ancak İsmet Paşa’nın önce “astıklarınızın isimlerini bildirin” , sonra “yargılamadan asmayın” diyerek, durumu denetim altına aldığını ve nihayet düzenli ordu güçlenince çetelerin idamlarını tamamen durdurduğunu söyledim.
Bunun üzerine söz alan AKP Ordu milletvekili İhsan Şener şöyle dedi: “Şimdi bu süreçle ilgili başka şeyler de var. Belki bunlar tartışılacak ama mesela Yunan tarihinde bir Ege savaşı yok. Bunu biliyor musunuz? Yunan tarihinde Ege’de Türklerle bir savaş yok. Bizim tarihimizin en önemli savaşlarından biri Yunanlılara karşı verilmiş olan savaştır. Biz milli güvenlik akademisinde oralardaki şehitlikleri dolaştık. Bütün şehitlikler temsili. Bunlar çok önemli, anlayış olarak bir yere gelmek istiyorum. Burada Ankara Hükümetinin meşruiyetiyle bazı şeyler yapılmış süreç içinde bazı şeyler. O zamanki İngiliz sefirinin telgrafları var, İngiltere’ye çektiği telgraflar. Bunlar bütünleştiği zaman tartışacağımız şeyler çıkıyor.”
Şener’in açıklaması, şehit ve gazilerimize, Türk milletine, Türkiye Büyük Millet Meclisine, Türk Ordusuna 23 Nisan 1920’den bu yana TBMM çatısı altında yapılmış en büyük hakarettir. Şener açıkça, Yunan Ordusu Batı Anadolu’yu işgal etmemiştir demektedir. Şener açıkça, şehitlikler temsili diyerek aslında şehit de verilmediğini ileri sürmektedir. Şener, açıkça, sadece Ankara’daki Büyük Millet Meclisine padişaha karşı meşruluk kazandırmak amacı ile sanki savaş varmış gibi olayların kurgulandığını ileri sürmektedir.
AKP milletvekili Şener, Yunan Ordusu tarafından katledilen on binlerce sivil şehidimizi inkar etmektedir. Bu konuda İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Güçleri ve Kızılhaç soruşturmaları ve Osmanlı Hükümetinin raporları sabit iken ilahiyat mezunu Şener yok demektedir. Ayrıca İnkılap Tarihi doktoralı AKP milletvekili Dr. Şener, Birinci ve İkinci İnönü’de şehit olan 1588 subay ve askerimizi, Eskişehir-Kütahya muharebelerinde verilen 1522 şehidi, şairin “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur,/Sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur” diye şiirleştirdiği Sakarya’da verdiğimiz 3282 şehidi, Büyük Taarruz’da verilen 2542 şehidi inkar etmektedir. Tabii ki şehitlerimizin sayısı düzenli ordu savaşları ile sınırlı değildir. Daha fazlası, Anadolu’nun değişik bölgelerinde verilen çete savaşlarında, Yunan Ordusunun ve Rum çetelerinin baskınlarında hayatını kaybetmiştir.
Şener, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Harbi için yazdığı İstiklal Marşımızı inkar etmektedir. Şener, İstiklal Harbi’ni yöneten ve kendisinin de bugün parçası olduğu TBMM’yi de reddetmektedir. Tarihimizin bu kadar vicdansız bir yorumuna hiç rastlanmamıştır. Hele TBMM çatısı altında bu kurumun bir üyesi tarafından hiçbir zaman yapılamıştır...
Bir Türk ve İstiklal Savaşı gazisi süvari binbaşısı Mikail Bey’in torunu olarak, PKK zihniyetinden dahi kirli olan bu pislik yalan kadar hayatımda hiçbir şeyin beni bu kadar kızdırdığını hatırlamıyorum. Yine de kendimi tutarak, “Sanıyorum sizin söylediğinizin sonunda geleceği yer, aslında bir İstiklal Savaşı’nın da olmadığıdır” dedim. İhsan Şener, bunun üzerine “Yok ben öyle bir şey demiyorum” dedi. Ben de cevaben, “Bunu söyleyen bir eski ağır ceza reisini televizyonda dinlemiştim. Aslında Yunan Ordusu’nu denize de dökmedik demişti. Çünkü ona göre denize dökülecek bir ordu da yoktu. Sayın milletvekili, ne olur bunları, amatörlerle konuşun. Ama ben bir profesyonelim. Mesleğimi de iyi bilirim. Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin Ege savaşı ve Anadolu seferiyle ilgili yazmış olduğu kapsamlı savaş ceridelerinin Türkçe tercümesi bende var. Dilerseniz, bir gün beni buraya tekrar çağırırsınız, onu da alır gelirim, onu da ortaya koyarım. Size de bir fotokopisini veririm. Ondan dolayı Yunan ordusuyla ilgili yapmış olduğunuz tespit, nerden öğrendiniz bilmiyorum ama tamamen yanlış bir tespittir. İhsan Şener ısrar ederek “Bakalım tarih kimi haklı çıkaracak” dedi.
Dr. Şener’in tarihin kimi haklı çıkardığını anlaması için beklemesine gerek yok. Nilüfer Erdem tarafından Yunanistan’da ve Yunanca kaynaklara dayanılarak yazılan “Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekatı” (İstanbul 2010) adlı 570 sayfalık eseri okur ise bilgilenecektir. Üstelik, Dr. Murat Köylü tarafından sadece Yunan harp ceridelerine dayanılarak bir doçentlik tezi de hazırlanmaktadır. Yayınlanınca onu da okuma fırsatına kavuşacaktır.
MHP milletvekili Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, kapsamlı bir tarih değerlendirmesi ile Şener’e gereken dersi verdi. Dışarı çıkarken AKP milletvekili Ülker Güzel Hanımefendi ise Şener’e tepkisini şöyle ifade etti: “Kanım dondu.” Evet, durum bundan güzel ifade edilemez. İstiklal Savaşı’nda Ege’de bir savaş olduğunu inkar eden, şehitlerimizi inkar eden bir AKP milletvekili. Şener’in zihniyeti Öcalan’ın zihniyetinden bile kötüdür.
Şimdi benim gibi dedeleri İstiklal Savaşı gazisi veya şehidi olanlara sesleniyorum. Dedeleriniz Yunan Ordusu ile hiç savaşmamış. Gazi veya şehit olmamış. Dedelerimiz bize yalan söylemiş. Yoksa bize yalan söyleyen dedelerimiz değil de İhsan Şener mi?

**************************************
Ey vatandaslarimiz, hemsehrilerim, Allah askina artik uyanin! Sahte bir kalkiinmisliga bakarak bu insanlarin memleketi satmasina izin vermeyin. Ataturku ve gecmisi kotuluyecegiz diye bakin neleri soyluyorlar. Sehit maasi alan dullarin torunlari, dedeniz yunanla savasmadi mi? Degirmen altinda koyumuz kadinlarindan bir kisminin irzina gecilmedi mi? Yunanlilar savasa gidemeyip de koyumuzde kalan yaslilari, gazileri cami avlusunda toplayip yakmakla tehdit etmedi mi? Butun bunlari bana anlatan Hafiz ve Hoca dedelerim, ninelerim yalan mi soyledi. Sizin buyukleriniz size yalan mi soyledi.
Artik bu sahtekarlara dur demenin zamani gelmistir,gozunuzu aciniz!

29 Kasım 2011 Salı

KUTSAL İSTİKLALİN KADINLARI, ONLAR TÜRK ANALARI

"VE DÜNYADA HİÇ BİR MİLLETİN KADINI,BEN ANADOLU KADININDAN DAHA FAZLA ÇALIŞTIM,MİLLETİMİ İSTİKLALE,ZAFERE,İSTİKBALE GÖTÜRMEKLE ANADOLU KADINI KADAR FEDAKARLIK YAPTIM DİYEMEZ""
(GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK)

TÜRK'ün Kutsal İSTİKLANİN KADINLARI

SİVASTOPOL DESTANINDA GAZİ KARA FATMA,
TÜRK Milleti Kahramanlığında Mehmetcik'in anlamı karşılığı Anadolu kadınları içinde "Kara Fatma"dır.İlk olarak karşımıza ünlü Sivastopal Destanında çıkar Kara Fatma.
-"ALTI GÜN SONRA GELDİ-KARA FATMAİ GAZİ KADINLAR KAHRAMANI-ŞEREF-İ GAZİ.ONLARIN NAMI VARDIR TÜRKMEN İLİNDE-KILINÇ BELİNDE TÜFENK ELİNDE"
Gazi Muhtar Paşa hatıratında bu kahraman kadını anlatıyor
"Fırka Başkanı olarak Amik üzerinden Bereket Dağından Adanaya geçtiğim zaman,16 atlısıyla Kara Fatma bizi karşıladı.Ayağında çizmeleri,başında kalpak,belinde tabancası,elindede kırbacı vardı.Bize rehberlik etti."Kara Fatma daha sonra 500 atlı ile Kırım Savaşına katılmak üzere İstanbula geldi.Oradan Kırım Cephesine gitti.Kendisi gazi,kardeşi şehit oldu."
Aziz ruhunun hatıratı önünde saygıyla diz çöküyorum ŞEREFLİ GAZİ Kara Fatma ATA-ANAM..
****
ALADAĞLI.
93 Harbi olarak bilinen 1876 Rus Savaşında ,Nene Hatun'unda Komutanı olan,Erzurum AZİZİYE Tabyasını geri alan kalabalık milis gücünün KOMUTANI "Kara Fatma"lakaplı,Malatya Aladağlı olduğu bilinen Yiğit bir Anadolu kadını .(Aziz Ruhu şad olsun Nene Hatun hep söylenirde ALADAĞLI Yiğit TÜRK Kadınından niye hiç bahsedilmez acaba?)

İstiklal Savaşımızda hemen hemen ANA-DOLU'nun her bölgesinde Dağlara çıkarak çeteler kurarak savaşan MUHTEŞEM YİĞİT TÜRK KADINLARI:

Trabzonlu GAZİ YÜZBAŞI FATMA SEHER:

Eşi Binbaşı Ezdeşin bey,Sarıkamiş Harekatında şehit düştü.1919 da Anadoluyu saran ve dalga dalga Mustafa Kemal PAŞA heyecanı,Erzurum kongresiyle tepe noktaya ulaştı.Eşinin görevi nedeniyle,Van da oturan Fatma Seher Hanım'ın yanına gelen, iki erkek kardeşi Süleyman ve Mehmetle oturup karar alan Fatma Seher Hanım;ellerinde ne varsa sattılar,Silah aldılar güvendikleri herkesi silahlandırıp milis gücü kurdular.
İstanbul Hükümeti yanlısı çevreler kendilerine hemen çete yakıştırması yaparak peşlerine kolluk kuvveti saldılar
Fatma Seher Hanım 150 silahlı adamıyla,Kocaeli ye gitti.İzmit civarında;kendisi kardeşi oğlu ,küçük kızı ve adamlarıyla GEBZE Cephaneliğinden, ANKARA'ya Silah kaçırma göreviyle işe başladı.
Yoksul,mağdur bir köylü kadını kılığında(Buraya dikkat) eşeğiyle ne sattığı meçhul ama köyüne sandık yüklü eşeğiyle dönüyordu.
Bir gün kendisinden şüphelenen dört ermeni jandarması daha sonra sırra kadem bastı çünkü Seher Hanım dördünüde pusuya düşürerek onları leş yaptı.
Daha sonra çevrede"İNTİKAM TABURU"diye ün salan Mlisleriye,İşgalçi kudurganHaçlılara ve onların hain,kansız " yerli işbirlikçilere" KAN kusturdu.
Ondan devamlı şüphelenildiği için sonunda yakalanıp ,19 gün sorguya alındı"Kan tükürdü,dişleri döküldü ama ağzından asla bir kelime alamadılar"Yarı ölü vaziyette sorgulandığı Karakol'un yanında bir hendeğe atıldı.Ancaaaakkkkkkk !!
TÜRK YURDU'nu alçakça işgal eden düşman Jandarması ,
Kabakca köyünde düğün basıp geline tecavüz etti.O güne kadar kimliğini saklayan Fatma Seher hanım;(özellikle buraya DİKKAT)zırıl zırıl ağlayan köylülere çok sinirlenip"Tamam ulan ben "İNTİKAM TABURU"nun Komutanıyım,öcünüzü alacağım" dedi. !!
17 Milisiyle köyü bastı,25 düşman jandarmasını temizledi.
Ermiş ve Domuzkale de,düşman karakollarını bastılar.İZMİT'i i düşmandan temizlemek için gelen,MUSTAFA KEMAL PAŞA Ordularına katıldı.
21-27 Haziran 1921 de 4 gün aralıksız çatıştılar.
İZMİT'e giren ilk TÜRK ORDULARI Birlikler arasında,
YÜZBAŞI Fatma Seher Hanımın Bölüğüde vardı.
Temmuz 1922 de 40 gün izinli geldiği TRABZON'da,İstikbal Gazetesi muhabiri kendisiyle söyleşi yaptı.Yaşamı hakkında,kendi ağzından ilk ve tek bilinen bu anlatımlarıdır.Sağ kolunda,sağ elinde,sol kolunda,bacağında ve sol göğsünde olmak üzere tam beş yarası vardı GAZİ YÜZBAŞI'nın.
GAZİ YÜZBAŞI Fatma Seher HAN'IM'ın:;Başında, özgün o dönem Trabzon' da Milislerin kullandığı başlık.Subay Üniformasının yakasında, haki üçgen içinde
2 yıldız,uzun çizmeleri ve elinde sürekli taşıdığı gümüş saplı Kırbacı vardı.
Söyleşiyi bitiren muhabir, GAZİ YÜZBAŞI Fatma Seher HAN'IM ın arkasından"Kırbacını yiğitçe sallayan,adımlarını mertçe atan bu Zabitin Kadın olduğuna Kim inananabilir"diye hayretle bakakaldı..
Evet o,yakasında taşıdığı YÜZBAŞI Rütbesiyle ,Yiğit yüreğiyle,
bir göğsünün içinde kahpe düşman kurşunu olan
Şanlı TÜRK ORDULARI'nın Subayı,GAZİ YÜZBAŞI Fatma Seher HAN'IM dır..
Aziz Ruhunun hatıratı önünde saygıyla eğiliyorum GAZİ YÜZBAŞI Fatma Seher Komutan ATA-ANAM !!
**************
GAZİ ÇAVUŞ FATMA

Kendisine bağlanan Gazi Maaşını bir hayır kurumuna bağışlayan,Kutsal İstiklalin kadınlarından bir Fatma daha vardır.1919 da,İstanbuldan yaya olarak Sivas' a gelen(Evet yaya olarak hele bir hayal edin) ve MUSTAFA KEMAL PAŞA'dan, bizzat görev isteyen Fatma Hanım;Deli HALİT Bey,komutasında ,oğlu ve kardeşiyle beraber Geyve Cephesinde çarpıştı.
Çavuş olarak TÜRK ORDULARI'na katıldı.
İZNİK'in Elmacık Köyünde,
Papazın emriyle köyün erkeklerini toptan kurşuna dizmeye hazırlanan Yunan Birliğini hiç canlı bırakmadan imha etti.(İşte budur,işgale boyun eğen Köyün erkeklerini yine bir TÜRK Kadını kurtarıyor.Ne kadar anlamlı değilmi?)
Hayatının sonuna kadar,üç şeyi üzerinden çıkarmadı.TRABZON Çeteci(Milis) elbisesini,İSTİKLAL Madalyasını ve omuzundaki 2 düşman kurşununu..
***********

GAZİ BİNBAŞI AYŞE
Eşi kafkas cephesinde şehit düştü.İzmir i işgal eden Yunanlılara ilk direniş gösterenlerdendir(ama neden se hiç adından söz edilmez niye acaba?)
.Sonra Aydın a çekilerek köpekçi-nuri çetesi(milis gücü)ne katıldı.
Bileziklerini sattı At ve Silah aldı.Koçarlıda çetecilik yaptıktan sonra TÜRK Ordularına katıldı.Sakarya Meydan Savaşında kasığından kurşun yedi.
Çine 'de iki yunan subayını kılıcıyla biçti.Büyük taarruzda ,MÜRSEL Paşa komutasında AHIR Dağlarını dolanıp,düşmanı arkadan çeviren Subaylardan biride BİNBAŞI AYŞE'dir.9 Eylül günü,İZMİR' e AT üstünde şarapnelle kırılmış bir bacakla girmiştir GAZİ BİNBAŞI AYŞE;ayağında çizmesi,başında kalpak ve Subay Üniformasını hiç çıkarmadı..
Aziz ruhunun hatıratı önünde diz çöküyorum GAZİ BİNBAŞI Ayşe Komutan ATA-ANAM.
GAZİ AYŞE ÇAVUŞ
İzmir işgali başladığında Çerkes Ethem in yanında silah başı yaptığında 54 yaşındaydı.Ethem in dönekliğinden sonra,Orduya katıldı.Salihli cephesinde savaşırken korkup kaçan 28 yaşındaki oğlu Ali'yi"Ben seni VATAN için doğurdum,düşmandan kaçasın diye değil"diyerek vurdu.Yunanlılar,Salihliyi işgal edince çevresini dikenli tellerle çevirdiler.Beş on manda bulan Ayşe Çavuş;mandaları tellere bağlayıp silahla ürküttü.Tozu dumana katarak çılgınca koşan mandalar,dikenli telleri yıkar ve Ayşe Çavuş ve milisleri Salihliye girerler.
"Hükümet Dairesini bastığımızda epey çatışma oldu.3 şehit 6 yaralı verdik.Düşmanı temizledik,esir aldık.Bol miktarda mitralyoz,bomba ele geçirdik.Kendi silahlarıyla namussuzları tepeledik.Sonra hep cenk hep cenk.Demirci,Gördes,Simav,Kütahya ve nihayet Sakarya.Büyük muhaberede,Haymana tarafındaydım.Öyle cenk ettikki,koca ırmak düşman leşiyle doldu."diye anlatır Ayşe Çavuş.Muhabere sürerken bir ara,Gazi Mustafa Kemal Paşa onu Ankaraya çağırdı.Paşadan epeyce yaşca büyük olan Ayşe Çavuş,Paşaya şöyle haber saldı."Hadi git başımdan oğul(paşaya hitap).Ben şimdi buradaki düğünü bırakıp Ankaralara gelemem.Cenk biter sağ kalırsam gelirim seni görmeye"
Savaş biter,omuzunda diz kapağında ve ayağında üç yarasıyla gider seve seve emrine girdiği PAŞA'sını görmeye.O muhteşem gök gözlü TÜRK'ün Ebedi BAŞBUĞU,Yiğit Ayşe Çavuşu ayakta karşıladı,yanına oturttu saygıyla.
Aziz ruhunun hatıratı önünde diz çöküyorum GAZİ ÇAVUŞAyşe ATA- ANAM.

*********************
MİLİS GÜLPEMBE
1922 Ankara TBMM,tüm mebuslar meclis binasının önünde selam duruyorlar.Başka milletlerde olmayan bir resmi geçit BU!.Giresunlu Topal Osman ın milislerinin en önünde,tek başına asker adımlarla yürüyen sakalsız,bıyıksız,iri yarı bir milis yürüyor ve elinde kan lekeleri kurumuş uzun bir KAMA taşımaktadır.Onu selamlamaya çıkan herkes,Polatlı önlerinde sıkıştırdığı 7 yunan subayını teslim olmaya zorlayan ancak onu küçümseyip horlayan 7 subayı elindeki uzun kamasıyla budayan Giresunlu köylü kızını-ÇOK YAŞA VAROL GÜLPEMBE HAN'IM"diye ayakta gururla alkışlıyorlardı.Aziz Ruhun önünde diz çöküyorum YİĞİT GÜLPEMBE ANA- ATAM.

******************

GÖRDESLİ MAKBULE;
Egede Yunana karşı çarpışan Halit Efe ile evlenen Makbule iki ay sonra eşiyle birlikte dağlara çıktı.Tüm diğerleri gibi oda İstanbul Hükümetince çeteci olarak ilan edilip,görüldüğü yerde infaz emri vardı(Züle,hayasızlığa bakarmısınız?).Tam 8 ay düşmanla Gayri Nizami Harp yaptılar.
Makbulenin milis güçlerine"AKINCILAR"deniyordu.
Akhisar-Sındırgı arasında ,alçak kançık düşmanlara ve onları işbirlikçileri sefillere KAN kusturdular.20 yaşındaki Makbule bir çok çatışmaya girdi.2 kere pusuya düşmesine rağmen paniğe kapılmadan kurtuldu.Kayıtlarda;siyah pantolon ceket,üzerine uzun palto,ayağında çizme,başında kalpak,elinde Japon Flintası taşıdığı yazar.Çok büyük bir SAVAŞÇI olarak,erkeklere örnek oldu.Onları ifti harla CENK' e teşvik etti.
Korku nedir bilmeyen bu Yiğit TÜRK Makbule;düşmandan ele geçirdiği Doru At'ına ustalıkla biner ve tüm çatışmalarda önce silahına o davranırdı,çok iyi bir silahşördü.
Kocayayla' da,oldukca sert geçen bir çatışmada o tertemiz alnından vurularak ŞEHİT düştü.Askeri bilgilere göre alnından vurulması, onun en önde savaştığı anlamına geliyor..
Silah arkadaşları 21 yaşına yeni giren ve kahramanca ŞEHİT düşen Makbuleyi,hemen orada bir hendeğin içine gömerek gittiler.
16 mart 1921 günü;erkeklerden beter,çok cesur ve silahşör Makbule;gelinlik niyetine giydiği ASKER Üniformasıyla,tertemiz kanı ile sırıksıklam ,göğsünde fişeklik,belinde SİLAH'ı,ayaklarında çizmeleriyle;Yatıyor onurla Kocayayla'da..
Aziz Ruhunun hatıratı önünde diz çöküyorum YİĞİT MAKBULE ATA-ANAM
AT-TOPRAK-PUSAT(silah) ATA TÖRESi gereği, VATAN için yani NAMUS ve ŞEREF için son uykusuna uzanıp kaldı.
**********

TÜRK KADINI asla Avrat olmamıştır.Yılışık bir adi ruh hali ile avrat diyen iğrenç solucanlar bu TÖRE yi böyle BİLE !!
Onlar ANA-ATA dırlar Onlar ANA-DOLU'durlar..
Bu KUTSAL SAVAŞIN KADINLARI nın emrinde,onlarla omuz omuza,ANA-ATA Töresi saygısıyla savaşan TÜRK erkeğide,kadınıda gözlerini kırpmadan beraberce VATAN için ölüme gittiler...

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! SONSUZA KADAR
VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN..

Gülsev Eyüboğlu

28 Kasım 2011 Pazartesi

Başbakana Mektup

Sayın Başbakan;

Biliyoruz imam-hatiplisiniz. Kur'an tilâvetinizin de maşallahı var. Rahmetli Anneniz'e ikrâm ederken seven-sevmeyen herkesin yürek tellerini titrettiniz! Allah kabul etsin. İfrât derecesinde sevenleriniz size dokunmayı ibâdetten sayıyorlar! Ûlema değilsiniz belki ama dînî bilgilerinizin olmadığını kimse söyleyemez.

Sevgili Kasımpaşalı'mız; bildiğiniz bir uyarıyı hatırlatmış olalım; En'âm Suresi-108'de Kur'an; "Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyiniz; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler." diye uyarmaz mı?

Siz; büyük bir çoğunluğun sevdiklerine, şu anda oturduğunuz makamı, O'nun kurduğu Devlet ve sisteme borçlu olduğunuz, rahmet ve şükranla anılmayı fazlasıyla hak eden bir Millî Kişi'den, Atatürk'ten intikama heveslenenler varken, O'nun İstiklâl Harbi silah arkadaşlarına hakâret ederseniz; onları sevenler de sizin kıymet verdiklerinize hakâret etmezler mi? Bu gereksiz kutuplaşmanın, kime veya toplum düzenine ne yararı olur?

Siz, bir kişiyi tâciz ve tahrîk ederek kamuoyu oluşturmak için "Cambaza bak!" anonsu yaparken Millî vicdânı incittiğinizin farkında mısınız?

Siz, yıllarca süren ve PKK'dan önceki en uzun Kürt isyanlarından birinin elebaşını aklamak adına, Gâzi Meclis'teki 550 mebusun ikbâlini borçlu olduğu Cumhuriyet'le hesaplaşmaya niyetlenirken kaç ölüyü rahatsız ettiğinizin, ettirdiğinizin farkında mısınız?

Sizin milleti cambaza baktırırken yönlendirildiğiniz asıl mes'eleye örtü etmek istediğiniz sûni gündemle dünyalarını değişmiş kişileri seven, kaç milyon kişiyi de tahrîk ettiğinizin farkında mısınız?

İsmet İnönü'yü, Celal Bayar'ı, Adnan Menderes'i, Fevzi Çakmak'ı, Mehmet Âkif'i, ölmüşleri, öldürülmüşleri, idam edilmişleri hatta kaynak gösterdiğiniz Necip Fazıl'ı niye dile düşürdünüz?

Siz, devrin imkânsızlıkları yüzünden yüzlerce yıl civar illeri yağmalayıp Tunceli'nin yol geçmez, kuş konmaz dağlarına saklanarak Osmanlı'ya vergi vermemiş, askerlik yapmamış âsi, şımarık, işbirlikçi feodallerin, Türkiye Cumhuriyeti'ne de baş kaldırarak İngiliz ve Fransızların kucağında semiren bir şâki ve suç ortaklarının idamlarına üzülmüş olabilirsiniz!

Adâletin idam ettiği, Kolluk Güçlerinin çatışmada öldürdüğü kişilerden bazılarına ağlayanlar da olabilir! Tarihte de, günümüzde de ve dünyanın her yerinde devlete isyanın bedeli, kelledir!

Unutulmasın ki Türk Devleti'ni kurup Gençliğe emânet edenler; "İktidara sahip olanlar gaflet, dalâlet ve hatta hıyânet içinde olabilirler. Hatta bu iktidâr sahipleri şahsî menfaatlerini müstevlîlerin siyâsi emelleriyle tevhîd edebilirler." diye varislerini uyarmıştır!

Her okuyanı elektrik gibi çarpan, kehânetvari bu uyarının, kamu vicdânındaki karşılığının farkında mısınız?

Sayın Kasımpaşalı Başbakan;

Kavlamış, kapanmış yaraları kaşıyıp kanatarak yanlış yaptınız!

Size yanlış yaptırdılar! Bir anlık öfkenizle kamu vicdânını bir kere daha çok ağır yaraladınız!

Meselâ Necip Fazıl'ın bütün hayatını, defalarca tekrarladığı siyâsi dönekliklerini, süflî yaşantısını ve Adnan Menderes devrinde kalemini kiraya vererek örtülü ödenekten kumar borçlarını ödediğini yani dolma kalemliğini bilmelerine rağmen; "Ölüden şeytan da el çeker" öğretisiyle lânetlemeyen ne kadar kişinin, öfkesini kabarttığınızın farkında mısınız?

Haçlı istiyor diye, "geceyarısı yasaları"yla toplam nüfusları bir kaç bin kişi olan azınlık vatandaşa tavizlerinizle milyonlarca Alevî Türkmeni, milyonlarca Şia-Caferî Türk'ü, milyonlarca Türk Milliyetçisini, milyonlarca Atatürk seveni incitişiniz kıyaslanınca hiç te ma'kul görünmüyor!

Sayın Başbakan; sizi, yüzlerce yıl teb'amız olmuş din kardeşlerimizin, akrabalarımızın üzerine pohpohlayarak yönlendirenler, sizin sonunuzu da size yaptırdıkları bu tahrîklerle hazırlıyorlar, dikkatli olun!

Karşınızda her zaman sizin oluşturduğunuz gündemi takip eden, beceriksiz siyâsiler olmaz!

Millî duruşlu bir millet evlâdı çıkar; sizin de, size akıldânelik eden dolma kalemlerin de, sizin sâyenizde Cumhuriyetten intikama heveslenen hainlerin torunlarının da hesaplarınızı bozar!

Mazisine ve suçlu da olsa geçmişine sâdık sâdece kendinizi görürseniz, NATO ve ABD desteği ile He-Man (hi-men)liğe devam ederseniz, karşınıza bir millet evlâdı mutlaka çıkar!

Bu milletin Millî karakterli Kasımpaşalıları da vardır ve nöbettedirler vesselâm...

"TÜRK'E BAŞ OLAMAZ TÜRK'ÜM DEMEYEN"

Selâm, sevgi, dua...

Mustafa Aslan

27 Kasım 2011 Pazar

“Böyle biri benim ülkemi nasıl yönetir”

Önceki gün televizyonda Başbakan’ı dinlerken sadece utanmadım aynı zamanda müthiş bir yeise kapıldım!

“Böyle biri benim ülkemi nasıl yönetir” dedim!

Tamam halk getirdi de, Adolf Hitler de öyle gelmemiş miydi?

Emin olun önceki günkü Erdoğan fotoğrafı Hitler’den bile ürkütücüydü!

Kin kusuyordu kürsüde!

Güya geçmişi sorgulama adına jurnaller yapıp beyinlere devlete ve değerlerine isyan tohumlarını ekiyordu!

Bölüyordu, ayrıştırıyordu, ajite ediyordu!

Dahası, örtülü olarak adeta “Bu Türkler soykırımcı ” diyordu!

Ermeni diasporası şimdi ellerini ovuşturuyor zira Tayyip Erdoğan soykırım istismarcılarına Türkiye’nin Başbakanı olarak müthiş bir hizmet sundu!

İki yaşındaki bebeler bile kaymakamın emriyle süngülendi ya da dere kenarında gizlenen çocuklar bulunup hemen oracıkta katledildi ifadelerinin soruyorum başka bir izahı olabilir mi?

Olmadı Tayyip bey hiç olmadı!

Tamam derdin Dersim ve CHP üzerinden Cumhuriyete ve Atatürk’e vurmak ama bu kadar da bel altılık olur mu?

Yahu sen bu ülkenin Başbakanısın dolayısı ile senin görevin ayrıştırmak değil bütünleştirmek olmalı ama sen tam tersini yapıyorsun!

Önceki günkü konuşmanda araya sıkıştırdığın, “Babamdan ve dedemden çok dinledim benzer zulümler Rize’de de yapıldı” ifadelerinle İskilipli Atıf Hoca ile Ali Çetinkaya’yı dillendirmen kinlendiğinin ve de ona binaen rövanş almak istediğin kanaatini uyandırıyor insanda!

Daha önce de yazdık tarihimizde hicap duyulacak sayfalarımız hep olmuştur da bir Başbakanın kendi milletinin tarihini üstelik gerçeğinden saptırarak ajite edici biçimde sunması sadece kişisel kini ve de gafletle izah edilemez!

Peki başka izahları mı?

1) Atatürk ve onun Üniter Cumhuriyeti ile topyekun hesaplaşma!

2) Yeni Anayasa sürecinde Alevi kardeşlerimizi Atatürk ve Cumhuriyeti karşı kışkırtma!

3) Türkiye’de federatif bir yapıya geçişin ikliminin hazırlanması için Alevi kardeşlerimizin zihinlerinin iğfal edilmesi.

4) CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırmak!

5) Dikkatleri Suriye’den kaçırıp kamuoyu ilgisini buraya odaklamak!

Joe Biden bunları istemek için geliyor!

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden önümüzdeki hafta Ankara’ya geliyor.

Peki Biden’in ajandasında neler mi var? (Batılı stratejistlere göre)

* Suriye’ye müdahale etme biçimi ve müdahale aşamaları karara bağlanacak. Suriye-Türkiye sınırında düşünülen uçuşa yasak ya da tampon bölge için son karar verilecek.

* Joe Biden İran’la Türkiye bankaları arasındaki ilişkilerin dondurulmasını isteyecek.

* 2011 sonunda Irak’tan çekileceği açıklanan ABD askeri sonrasında K.Irak’ın güvenliğinin Türkiye tarafından sağlanması istenecek. ABD’nin PKK operasyonuna verdiği son destekler bu bağlamda değerlendiriliyor.

* Joe Biden, Füze Kalkanı projesine Rusya’nın izlenmesi gibi yeni fonksiyonların eklenmesi konusunu Ankara’ya iletecek.

* Biden, İncirlik Üssü’nün olası İran krizinde kullanılmasını talep edecek!

* Keza Ermenistan’la yeniden diyalog kurulmasını isteyecek!

ABD Tayip Bey’i TSK ile korkutuyor!

Önceki gün sauna sohbeti yaptığım eski ünlü diplomatın Erdoğan-ABD aşkı ile ilgili değerlendirmesi şöyle: “Emperyal devletler kişilere değil, çıkarlarına vefalıdır. Dolayısı ile Tayyip Erdoğan-Washington ilişkisini tamamen çıkar ve yararlanma ekseninde değerlendirmek gerekiyor. Doğrudur bugün ABD Erdoğan’ı destekliyor çünkü Ankara’dan en keskin taleplerine bile itiraz gelmiyor. Bu durum ya da uyum devam ettiği sürece Washington desteğini hep sürdürür. Peki Sayın Erdoğan ABD’nin her talebine niye mi evet diyor? Korkusundan... Erdoğan, ABD TSK ile son anda barışıp-anlaşır ve benim üstümü çizer endişesinde. Dolayısı ile özellikle son birkaç aydır Amerikalılar da kuşku uyandıracak hiçbir şeyi yapmıyor. Göreceksiniz Sayın Erdoğan kişisel hedeflerine ulaşana kadar aynı çizgisini sürdürecek.”

Yavuz Sultan Selim için de özür dile!

Başbakan “Dersim’de yapılanlar için devlet adına özür diliyorum” dedi!

İyi yaptı!

Olanları yanlış ve abartılı aktarsa bile yaşananlar gerçekten dramatikti ve devletin bundan pişmanlık duyduğunu açıklaması hoştur.

Ancak Tayyip Erdoğan’ın bu yaptığı gerçekte Dersim’den özür değil, Cumhuriyete ve Atatürk’e Dersim üzerinden kara çalmaktır zira aynı konuşmada Rize’de benzeri şeyler oldu demesi bunun delilidir.

Daha da önemlisi Tayyip Erdoğan madem özür diledi, aynı şeyi Dersim’den yüz kere daha dramatik olan Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’da yaptığı Alevi Türkmen katliamları için de yapmalıydı.

Atatürk döneminde olursa vahşet, Yavuz Selim yaparsa cihat olmaz!

Osmanlı da bizim atamız ki bunu Erdoğan hep söylüyor, O zaman Yavuz’un yaptığı o densizliği telin et, özür dile!

Bunu yapmazsan samimi olmadığın bir kere daha teyit ve tescil görecek!

Sabahattin Önkibar

YENİ MESAJ – 25 Kasım 2011

İktidarın "Dersim" Sömürüsü

SEVGİLİ okuyucularım, ülkemizdeki Alevi yurttaşları bölmek ve onları AKP'ye yöneltmek amacıyla çok çirkin, hem de ülkemizin geleceği açısından çok tehlikeli bir oyun oynanıyor.
İktidarın gerçek amacı Atatürk dönemini kötüleyip aşağılamak, Alevi kesimle birlikte tüm yurttaşlarımızın kafasını karıştırıp midesini bulandırmak. Bu amaçla Meclis kürsüsünden bile akıl almaz ve inanılmaz yalanlar söyleniyor.
Türkiye'de 1937 yılında, bundan 74 yıl önce, bugünkü Tunceli ilimizde bir Kürt isyanı çıktı ve adına Dersim isyanı denildi. Bu, ne ilk Kürt isyanı, ne de sonuncu. Bundan önce ve sonra da isyanlar oldu.

Adına ister isyan deyin, ister demeyin, son Kürtçü isyan, PKK olayıdır.

Hiç kuşkunuz olmasın, bugün Dersim isyanının bastırılması nedeniyle "Devlet adına (!)" özür dileyenler, yarın bir punduna getirip PKK ve Abdullah Öcalan'dan da özür dileyeceklerdir.

* * *

Türkiye'de ağzı olan konuşuyor. İktidar yalakası medya bir sürü yalana alet oluyor, bu yalanları yayıyor, bilgi ve fikir sahibi olmayanları yalanlarına alet edip kandırmaya yelteniyor. Bütün amaçları Atatürk devrimlerinin, Cumhuriyet rejiminin ve laikliğin sigortası ve temel direği olan Alevi yurttaşlarımızı AKP saflarına devşirmek!.. Eğer bu kampanya tutarsa!..

Bugün size Dersim isyanının kısa bilgilerini ve içyüzünü yine yazar ağabeyimiz Turgut Özakman'ın dün sözünü ettiğim "Cumhuriyet. Türk Mucizesi (İkinci Kitap)" isimli kitabından vereceğim.

Hadise Mart 1937'de başlıyor. Asiler Tunceli-Erzincan yolundaki tahta köprüyü yakıyor. 33 jandarma öldürülüyor, il ve ilçeler arasındaki telefon telleri kesiliyor. Bir karakolu takviye için gönderilen jandarmalara pusu kuruluyor. "Dersim isyanı" böyle başlıyor.

Kitapta bütün olaylar ayrıntılı bir biçimde yer alıyor. Askeri birlikler basılıyor, köprüler tahrip ediliyor.

Dikkat ediniz, aynen PKK olayında yıllardır yaşadıklarımız gibi!..

Bakanlar Kurulu 4 Mayıs günü Atatürk'ün başkanlığında toplanıyor ve isyanı bastırma operasyonu başlıyor. Bölge valileri ve komutanları, isyancı şeyhler ve aşiret reisleriyle toplantılar düzenleyip "Yapmayın, etmeyin" diyorlarsa da, fayda etmiyor...

Ve Tunceli dağlarında operasyon başlatılıyor.

* * *

Çok ilginç belgesel kitaplarıyla tanıdığımız araştırmacı yazar, büyükelçi Bilal Şimşir'in "İngiliz Belgelerinde Türkiye'deki Kürt Sorunu" isimli kitabında, Ankara'daki İngiltere Büyükelçiliği tarafından 1937 yılı sonunda Londra'ya geçilen resmi rapordaki bilgilere yer veriliyor:

Türk ordusunda 29 şehit, 49 yaralı.

İsyancılarda 265 ölü, 20 yaralı. 27 kişi yakalanıyor, 840 kişi teslim oluyor.

Şimdi yine araştırmacı yazar Turgut Özakman in kitabına dönelim.

Ankara'daki ABD Büyükelçiliği, bu isyanı Washington'a aynen şöyle bildiriyor. Lütfen dikkatle okuyunuz:

"...Türkiye'nin doğu bölgesinde yer alan Dersim, yüzlerce yıldır hükümet için ciddi problem oluşturmaya devam ediyor... Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın. Yalnız yöre insanları değil, komşu illerin insanları da bundan etkileniyor...

Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da yöre insanları yollar, köprüler, okullar vesaire yapılmasına karşı çıkıyor...

Bölgede sahip oldukları iktidarın elden gitmesi tehdidi karşısında, bütün köprüleri havaya uçurdular..."

ABD raporu, olayı böyle anlatıyor... Ve Turgut Özakman sözlerini aynı kitapta sürdürüyor:

"Ağalar, beyler, seyitler, ne yazık ki Tunceli halkının bir bölümünü kandırmış, isyana sürüklemişti. Aşiretler arası hırsızlık ve cinayet sürüp gidiyordu. Ama kimsenin inancına karışılmıyordu. Türkiye'de pek çok Alevi vardı. Herkes istediği okula gidiyor, dilediği fakülteye kaydoluyor, kimsenin ırkı mezhebi sorulmuyordu.

Ortaçağ kafası bunun ne büyük bir nimet olduğunu anlamamıştı. Onun dünyası, çıkan kadardı. Çıkan için Tunceli'yi kana buluyordu... Ağalar, beyler, seyitler, bu güzelliklerden korkuyordu..."
Şimdi size belki çok şaşıracağınız bir şey açıklamak isterim. Türkiye'de okuma yazma oranı en yüksek il hangisidir?

Tunceli.

Oraya gittiğiniz zaman hemen hepsi Alevi olan aydınlık kafalı insanlarımızı görürsünüz. Sokaklarda sıkmabaş, tesettür vesaire yoktur.

* * *

Şimdi Dersim isyanının bir başka boyutuna başka bir kitaptan, bu kez de o günkü Sovyetler Birliği raporları açısından bakalım.

Mehmet Perinçek halen Silivri cezaevinde yatıyor. Orada yazdığı ve tamamı belgelerden oluşan bir kitabı var:

"Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları." (Kaynak Yayınları)

Dersim isyanını bir de bu kitaptan okumanızı öneririm.

Mehmet Perinçek bu konuda şöyle diyor:

"Dersim isyanı, gerici Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarının bir devamıdır. Cumhuriyet rejimi ile feodal kalıntılar arasındaki çatışmanın bir başka yansımasıdır. Dersim'de kanun tanımayan çağdışı bir rejim sürmekte idi. Devletin içinde başka bir devlet gibi idi.

Bölge bu nedenlerle, ulusal ekonomi ile bütünleşemiyordu. Kemalist iktidar ortaçağdan kalma bu yapıyı ortadan kaldırmak için harekete geçti. Bunun üzerine, kendi egemenliklerinin son bulacağını gören gerici aşiret reisleri, bölge halkının belli konulardaki memnuniyetsizliğinden yararlanıp geniş çaplı bir isyan başlattılar.

İsyanda Hatay meselesinden dolayı Türkiye ile sorun yaratan Fransa da rol oynamıştır. Bazı aşırılıklar olmakla birlikte, Türk hükümetinin isyanla ilgili aldığı önlemler meşru ve haklıdır.

Kitabımda örneklerini sunduğum gibi, benzer tesbitler Barzani, Şeyh Sait ve Ağrı isyanları için de geçerlidir. Cumhuriyet dönemindeki Kürt isyanlarının gerici ve emperyalizm işbirlikçisi karakterinin altı kalın bir şekilde çizilmektedir."
İşte size üç araştırmacı yazardan çeşitli örnekler, yabancı ülkelerin raporlan ve tamamı belgelerden oluşan kitaplarda yazılanlar...

* * *

Bu iş öyle çeşitli kürsülere tırmanıp yalanlar söylemeye, geçmişteki olayların gerçeklerini siyasi amaçla saptırmaya benzemez.

Daha düne kadar Alevi yurttaşlarımızı aşağılayıp hor gören, alay eden, onları dinsizlikle suçlayan, Sivas'ta yakan, Kahramanmaraş ve Çorum'da topluca öldüren bu kafalar, şimdi onların oylarının peşine düştü ve onlara yalakalık yapıyor!

Bugün siyasi hesaplarla, Atatürk dönemini karalamak için Dersim isyanı nedeniyle özür dileyen kafalar, yarın Abdullah Öcalan'dan özür dileyecektir.

Sonra özür dileme sırası Şeyh Sait'e, Menemen'de asteğmen Kubilay'ın başını kör testere ile kıtır kıtır kesen yobazlara, Sivas'ta onları diri diri yakanlara gelecektir!

Her şey adım adım, her şey yavaş yavaş ve alıştıra alıştıra!..

Bugün padişah Abdülmecit için anma töreni düzenleyenler, bundan sonra alçak ve hain Vahdettin için aynı töreni düzenleyecektir.

İyi de, nereye kadar!

Emin Çölaşan/SÖZCÜ

25 Kasım 2011 Cuma

VATAN HAİNLERİNE SORUYORUM: BOTAN ÇAYI NEDEN KIZIL AKTI?

1957 senesinde Elazığ-Hozat yolu yapım çalışmaları sırasında bir dozere bozulmamış ve üniformalı bir Türk askerinin mübarek naaşı takılmıştı. Yapılan kazı çalışmalarında, büyük bir Türk Jandarma birliğinin tüm personelinin üniformaları üzerinde ve bozulmamış cesetlerine ulaşılmıştı. Bu birliğimizi 30 kişilik bir asi grubu şehit etmişti.

Elele tutuşarak Botan çayını geçmeye çalışan bir askeri birliğimiz de pusuya düşürerek hepisi şehit edilmiş, Botan Çayı şehit askerlerimizin kanı ile kıpkırmızı akmıştı.

Bütün bu cinayetleri Peygamber soyundan geldiği yalanı ile cahil halkımızı kandıran Seyit’Rıza haini ve diğer halkın kanını emen hainler işletmişlerdi.

Macarlarca inşa edilen Hozat jandarma er eğitim alayı kışlasının bayrağını bayrak direğine çekmekteyken o masum askerimizi kim şehit etmişti.
(NOT: Bu mektup Ankara'daki İngiliz Elçiliği'nden Percy Loraine tarafından İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Anthony Eden'e yollanmıştır. Mektup numarası 309, tarihi 22 Mayıs 1937dir. Mektupta Kürtlerin Türk kuvvetlerine büyük hasar verdiklerini özellikle belirtiyor.) Sayın Yılmaz Arslandan.

Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan; Sabiha Gökçen de dersimi bombaladı diyor. O tarihteki uçak bombaları, beş, on, yirmi ve elli kilogramdı ve atma sistemleri de çok ilkeldi. Zehirli gaz yalanı da İtalyanların 1935 ve 1936 yıllarında, Habeşistan’a karşı kullanmış oldukları İperit gazı gerçeği üzerine inşa edilmiş bir yalandır. Bendeniz Sayın Recep Beyimize soruyorum:

Siz Sayın Bayım; Milyarlarca Dolar vererek satın aldığınız modern uçaklar ve Helikopterlerle, yine milyarca Dolara satın almış olduğunuz Füzeleri, Roketleri ve her türlü mühimmatı Kürt asilerine karşı fütursuzca kullandırmıyor musunuz? Siz bombalarsanız mesele yok!

Bir bölgedeki genel başkaldırmaya karşı uçak kullanmak neden suç olmaktadır? Sizin yapmış olduğunuz şeye politika dememiz mümkün değildir. Bu ülkenin gerçek sahiplerini şek ve şüphe altına sokarak müstemleke anayasanızı onaylatma cinliğidir.
Şu Sey-it Rıza’nın İngiltere Dışişleri Bakanlığına yazmış olduğu mektubu bir de siz okur musunuz?

Sonra da; Diyarbakır Postanesine gelen, üzerinde Kürdistan Harbiye Bakanlığı yazılı zarflardan çıkan Armstrong silah fabrikası silah numunelerinin fotoğraflarını da, kendi sözlü ve dahi yazılı basınınızda yayımlar mısınız?

Ben kişi olarak çok utanıyorum ve Atatürk’e ve Mustafa İsmet İnönü’ye söz söyleyenlere de yürekten ve dahi can ve gönülden küfrediyorum.

Seyit Riza'nin mektubu:
"Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,
Sayın Bakan,
Yıllardan beri, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersime de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ararat Tepesi'nde, Zilan ve Beyazıt vadisinde yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık.

Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.
Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım..
Seyit Rıza
Dersim Başkomutanı"

Bu vatan Hainlerinin sözünü etmiş olduğu adalet çoktan çamura saplanmıştır.


osmanturkoguz@gmail.com
İzmir;24 Kasım 2011.

Sadece kuşlar, hep aynı tuzağa düşerler çünkü kuşbeyinlidirler!

11. Cumhurbaşkanı ve Devlet Kurucu Mustafa Kemal Atatürk'ün halefleri Sn. Abdullah Gül, İngiltere'deydi! Bu ziyâretin, Türk gönlümü inciten teferruatlarına dikkat çekeceğim!

Yandaş Basın'a göre bir Cumhurbaşkanı, Kraliçe tarafından "Krallar gibi" karşılandı, garipsedim!

Gül'ün teşekkür konuşmasındaki; "Birbirine geçmiş tarihimiz boyunca, şimdi ve geçmişte, ordularımız ortak düşmana karşı yan yana savaştı." cümlesi, dikkatimi çekti! İngiltere ile yanyana savaştığımız ortak düşmanları merak ettim ve tamamının Müslüman ülkeler olduğunu ibretle hatırladım, sessizce incindim!

Kraliçe 2. Elizabet'in, Bayan Gül'ün 15 cm'lik yüksek topuklu ayakkabılarıyla ilgilenmesi; "Dost başa, düşman ayağa bakar." atalar tesbîtini hatırlattı, biraz rahatladım!

Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanı onuruna verilen yemek, 1867'de 144 yıl önce Sultan Abdulaziz'in ağırlandığı Buckingham Sarayı'nın Müzik Salonu'nda verildi. Fon müziği olarak İtalyan besteci Luigi Arditi'nin Sultan Abdülaziz'in İngiltere ziyareti vesilesiyle bestelediği "Sultan'a Övgü" adlı eseri ve Osmanlı marşları çalındı, sessizce yüreğim burkuldu!

Abdullah Gül, Türkiye'de hiç giymediği ve bu ziyaret için özel diktirilen frakını giydi!

Yakasında 2008'de Kraliçe'nin Türkiye'de taktığı "Diz Bağı Nişanı" vardı! Yandaş Basın bu nişanı; "İngiltere Yüksek Şövalye Nişanı" diye duyurdu. Oysa bu nişan, İngilizce adıyla "Knight Grand Cross of the Order of the Bath" yani, "Ulu Haç için Mücâdele verenler"e takılan bir nişandı, yakamızdaki bu nişanla utandım, kahr'oldum!

Aynı "Diz Bağı Nişan"ın Osmanlı'nın demokratikleştirilerek parçalanıp yıkılması dönemlerinde Abdulmecit ve Abdulaziz'e de takıldığını hatırladım! Yine Abdulmecid'in "Diz Bağı Nişanı"nı hak etmek istercesine Haçlı zorlama/ dayatmasıyla ilan ettiği/ ettirdiği Tanzimat ve Islahat Fermanları'nı hatırladım! Bu hatırlama da bana, son Padişah Vahidettin'in bir İngiliz savaş gemisinin ambarına saklanarak Türkiye'den kaçtığı tarihin yıldönümünde Abdulmecid'in resmi törenlerle anılmasındaki müthîş tesâdüfü hatırlattı, ürktüm!



Tanzimat Fermanı ile azınlıkların Haçlı dayatma ve desteği sayesinde kazandıkları dokunulamazlık ve ayrıcalıklar ile günümüzün; AB ve ABD dayatması, Geceyarısı-Dikte Yasaları ile Ekümenlik isteyen intikamcılara, işbirlikçi bölücülere sağlanan dokunulamazlıklar, soykırımcı Haçlı çetelerinin karargâhları olan tarihin yüz karası kiliselerin onarılarak ibadete açılmaları arasındaki tıpatıp benzeşme tesâdüflerinden korktum!

Birinci Dünya savaşı öncesi senaryolarını hatırlatan; Osmanlı'nın Avrupalı Haçlılarla "ortak düşmana karşı yan yana" savaşma hevesine benzeyen ve ortak düşman(!) Müslüman Suriye'ye karşı ortak hazırlıkların yapıldığı günlerde, Rusya'nın savaş gemilerini Akdeniz'e demirlemesi ve Şam'ın; "Rus donanması Suriye sularında koruma amaçlı devriye görevi yapacak" açıklamasıyla; "Allah Allah!" diyerek endişelendim!

Rusya'nın; "Avrupa'da konuşlandırılacak NATO füze kalkanı sisteminin Moskova'nın endişeleri giderilmeden hayata geçirilmesi halinde, füzelerini söz konusu savunma sistemine doğru yönlendireceği tehdidi"ni ciddiye aldım!

Haçlı Avrupa ve ABD'nin onlarca yıl pohpohlayıp nişan üstüne nişan verdiği, Avrupa'nın göbeğinde Bedevi çadırını kurmasına göz yumduğu ve sonra birini astırıp, diğerini linç ettirdiği Müslüman Arap Ülkeleri Liderleri'ne yaptıklarıyla Abdullah Gül'e yapılan sırt sıvazlayıcı, nişanlarla ödüllendirilerek pohpohlamalar arasındaki benzeşmeyi göremeyenlere kızdım!

Hepsinin üzerine tuz-bibercesine bir de Abdullah Gül'ün, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu'nun İnternet sitesinde, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında gösterilmiş olduğunu da hatırlayınca kendi kendime, yüksek sesle; "Ey Vah! Yoksa millet te mi kuşbeyinli?" deyiverdim...

"TÜRK'E BAŞ OLAMAZ TÜRK'ÜM DEMEYEN"

Selâm, sevgi, dua...

Mustafa ASLAN - 24 Kasım 2011

19 maddelik özür listesi

Bugün bu köşeyi tarihçi dostlarımdan birinin göndermiş olduğu bir metne, bir 'özür listesine' ayırıyorum.

* İlk Türk devletini kurmuş oldukları için Asya Hunları adına bütün insanlıktan,

* Roma'da ayağına kadar getirtip merhamet dilendirdiği için Hun İmparatoru Atilla adına Papa'dan,

* Malazgirt'te yendiği için Selçuklu İmparatoru Alparslan adına Bizans İmparatoru Romen Diyojen'den

* Anadolu'yu Türkiye yaptığımız için Hititlerden, Friglerden, Lidyalılardan, Romalılardan ve Bizanslılardan

* Anadolu'ya yerleşmemizden sonra Haçlı Seferleri'ni başlatan ve çehresinin bindiği eşeğin suratına benzemesi ile meşhur olan papaz Piyer Lermit'ten ve Lermit'in şahsında bütün Haçlı askerlerinden

FATİH SULTAN MEHMED ADINA BİZANS'TAN

* Fatih Sultan Mehmed adına Bizanslılardan, Rumlardan ve özellikle de Bizans'ın son imparatoru Konstantin Paleolog'dan

* Yavuz Sultan Selim adına Şah İsmail'den

* Mohaç Savaşı'nda ülkelerinin hakimiyetini kaybetmelerine sebep olduğu için Kanuni Sultan Süleyman adına bütün Macarlardan

* Kuyucu Murad Paşa adına Anadolu'daki bütün isyancılardan ve Celalilerden

DÖRDÜNCÜ MURAD ADINA İRANLILAR'DAN

* Dördüncü Murad adına İranlılardan, kahve ve esrar düşkünlerinden

* Kısa süreliğine rahatsızlık verdiğimiz için Merzifonlu Kara Mustafa Paşa adına Viyana halkından

* Prut'ta büyük yenilgi yaşattığı ve karısı Katerina ile ilgili dedikoduların çıkmasına sebebiyet verdiği için Baltacı Mehmed Paşa adına Rus Çarı Petro ile bütün Rus milletinden

* İspanya'daki Yahudiler'e kucak açıp kurtardığı için İkinci Bayezid adına Yahudileri katletme hevesleri kursaklarında kalan Avrupa krallarından

* İkinci Mahmud adına Alemdar Mustafa Paşa'dan

* Van'da 1915'te kurulan Ermeni Devleti'ni ortadan kaldırdıkları için İttihadçılar adına o devletin kurucularından

İTTİHADÇILAR ADINA İKİNCİ ABDÜLHAMİD'DEN

* Aldıkları nefesi bile senelerce takip ettiği için İkinci Abdülhamid adına İttihaçılar'dan, kitaplarını yasakladığı o devrin bütün yazarlarından ve Taif'e sürgüne gönderildiği kişilerden

* Tahtından indirdikleri için İttihadçılar adına İkinci Abdülhamid'den

* Atatürk adına İstanbul'daki işgal kuvvetleri kumandalarından

TÜRK TARİHİ ÖNÜNDE ÖZÜR DİLERİM

* 1922 Ağustos'unda işgalci Yunan ordusunun perişan edip başkomutanlarını esir aldığı için Kuva-yı Milliye adına işgal ordusunun başkomutanı General Trikopis'ten

Türk Tarihi önünde özür dilerim!

Metni gönderen dostum, işte böyle yazmış ve özür listesinden, Dersim meselesine yer vermemiş...

Okuyucularım birkaç günden buyana 'Dersim konusunda neden bir şey yazmıyorsun?' diye soruyorlar; söyleyeyim , Pazar günü yayınlanacak olan sayfamda bu konu yer alacak.

Murat Bardakçı

Balyoz Davası'nda Orgeneral Bilgin Balanlı savunması

Balanlı savunmasını yaparken "Allah Balyoz komplosunu yapanları ve bizlere bu acıları yaşatanları helak etsin" diyerek beddua etti. Balanlı'nın bu sözleri üzerine sanık ve izleyici bölümünden "Amin" sesleri yükseldi. Yargılamanın adil yürütülmediğini iddia eden Balanlı, Nisa Suresi'nden de ayet okudu.

Balyoz Davası'nda Orgeneral Bilgin Balanlı savunmasını yapıyor. Balanlı savunmasında 'Türk ulusu adına, Türk hakimleri önünde temelsiz sahte iddialar nedeniyle savunma yapmak zorunda bırakıldığım için son derece üzgünüm. Beni bu duruma düşürenleri de lanetliyorum' dedi.

"Balyoz Planı" iddialarına ilişkin 224 emekli ve muvazzaf askerin yargılandığı davanın 51. duruşması başladı. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nce Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'ndeki salonda yapılan duruşmaya, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, Eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan, MHP İstanbul Milletvekili Emekli Korgeneral Engin Alan, emekli albay Dursun Çiçek ve YAŞ üyesi Orgeneral Bilgin Balanlı'nın da aralarında bulunduğu 148 tutuklu sanık hazır bulundu. 36 tutuklu sanığın katılmadığı Balyoz davasında 4 tutuksuz sanık da hazır bulundu. Hakkında yakalama kararı bulunan sanıklar emekli orgeneral Ergin Saygun ve Tümamiral Ahmet Sinan Ertuğrul ise duruşmaya katılmadı. Mahkeme Başkanı Ömer Diken, tutuklu sanık Bilgin Balanlı'nın savunmasının alınacağını belirterek, Balanlı'yı kürsüye çağırdı.

"SAVUNMA YAPMAK ZORUNDA BIRAKILDIĞIM İÇİN SON DERECE ÜZGÜNÜM"

Son Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında YAŞ üyeliğine atanan sanık Bilgin Balanlı ilk kez yaptığı savunmasında suçlamaları reddetti. Balyoz Davası kapsamında tutuklandıktan 6 ay sonra savunma yapan Balanlı savunmasında şu ifadelere yer verdi: "Türk ulusu adına Türk hakimleri önünde temelsiz, sahte iddialar nedeniyle savunma yapmak zorunda bırakıldığım için son derece üzgünüm. Beni bu duruma düşürenleri de lanetliyorum. Bizlere iftira atanlar bunun hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir. İstiklal Marşında da belirtildiği gibi 'Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın" dedi.

"İDDİA MAKAMINI İSPATA DAVET EDİYORUM"

Görsel sunum eşliğinde savunma yapan Balanlı, davanın sahte dijital verilere dayandığını ileri sürdü. Balanlı, "Davanın iddianamesi hiçbir somut delil bulunmamaktadır. İddialar hayal ürünüdür. Cumhuriyet savcıları ve mahkeme tarafsızlığını yitirmiştir. Balyoz davasında masumiyet karinesi ihlal edilmiştir. İddia sahibi, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. Bu nedenle iddia makamını ispata davet ediyorum. Kartalın başı kopartılmış ve donanma Hasdal Limanı'na demirletilmiştir. Bu dava ile TSK mensupları suç örgütü gibi gösterilmiştir" dedi. Balanlı davada yaşanan hukuksuzluklar nedeniyle Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarını istifa ettiğini de sözlerine ekledi.

BALANLI'DAN BEDDUA, SANIK VE İZLEYİCİLERDEN 'AMİN'

Orgeneral Balanlı, "Allah Balyoz komplosunu yapanları ve bizlere bu acıları yaşatanları helak etsin" diyerek beddua etti. Balanlı'nın bu sözleri üzerine sanık ve izleyici bölümünden "Amin" sesleri yükseldi.

'DİJİTAL VERİLERİ İÇEREN VERİ SAHTE'

Balanlı, “Bilvanis Çiftliği isimli klasörde, Bilgin Balanlı adına imzaya açılmış Nisan 2007 tarihli bir belgede, çiftliğin mevcut detaylı hava fotoğraflarının incelenmesi ve emir verildiğinde havadan yere taarruzlar icra etmek üzere ayrıntılı hedef analiz çalışması yapılacağı” iddialarına değindi.

Nisan 2007 tarihli bu dijital veriyle ilgili yapılan incelemede, Hava Kuvvetleri Komutanlığının hiçbir biriminde izine ve kaydına rastlanmadığını ifade eden Balanlı, bunun kesin olarak sahte olduğunun ortaya çıkarıldığını savundu.

Tutuklanmasına neden olan dijital verileri içeren flash bellek ile ilgili 19 Şubat'ta e-postayla ihbar yapıldığını, arama kararının da 20 Şubat'ta çıkarıldığını ifade eden Balanlı, sanıklardan Hakan Büyük'ün evinde yapılan aramanın 21 Şubat günü saat 08.35'de başladığını, ancak aramada bulunuğu belirtilen 8 ve 31 No'lu delil klasörlerinin bundan 7 gün önce 14 Şubat tarihinde DVD'ye yazıldığını anlattı.

'YASA DIŞI HİÇ BİR FAALİYET İÇİNDE OLMADIM'

Sanık Balanlı, şöyle devam etti:

“Ancak, bu komplocu çete yüzünden, yüzlerce general, subay soruşturmaya tabi tutulmuş ve birçoğu tutuklanmış, birçoğunun istikbali karartılmış yüce Türk milleti adına görev yapan mahkemeniz aldatılmıştır. Bu çete için en kısa zamanda gereğinin yapılması, millete saygının gereği olduğu gibi mahkemenizin de sorumluluğudur.

Söz konusu gerçek dışı belgelerde ifade edildiği şekilde, suç işlendiği gibi gerekçelerle hava operasyonu icra etmek Hava Kuvvetleri Komutanlığının görev alanı içinde değildir. Bir hukuk devleti olarak ülkemizde, suç işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak, suç işlendiği konusunda şüpheler var ise soruşturmak ve gerektiğinde kovuşturmak, Hava Kuvvetlerinin değil, kolluk kuvvetlerinin ve yargı mercilerinin görevidir.

Meslek hayatımın hiçbir döneminde yasa dışı hiçbir faaliyet içinde olmamama rağmen, hayal bile edilemeyecek bir şekilde gerçek dışı dijital belgelerle kasıtlı olarak suçlanmamın, hakkımda kamuoyunda yanlış kanaat uyandırma amacına yönelik olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.”

'ÇİFTLİK MGK TOPLANTISINDA GÜNDEME GELDİ'

Balanlı, Bilvanis Çiftliği'nin ilk defa, 4 Nisan 2003 tarihinde Eskişehir İl Valisi başkanlığında toplanan İl Emniyet Komisyonu Toplantısı'nda, Başbakanlığa bağlı MİT Bölge Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığına bağlı İl Jandarma Komutanlığı tarafından gündeme getirildiğini vurgulayarak, şöyle devam etti:

“Yapılan faaliyetler, devletin milli güvenlik politikaları doğrultusunda icra edilmiştir. Konu ile ilgili olarak İl Emniyet Komisyon Toplantısı'nda tespit edilen bu gelişme ile ilgili istihbarat ihtiyacı ortaya çıkmıştır. İlde asayiş ve emniyetinin tesisinden sorumlu olan Garnizon Komutanlığı, İl Jandarma Komutanlığı ve MİT Bölge Müdürlüğü söz konusu çiftliğe yönelik bilgi toplamak amacı ile müşterek bir faaliyet başlatmışlardır. Bu toplantılar, ilin mülki amiri olan vali başkanlığında icra edilmekte, elde edilen istihbarat her kurum tarafından burada dile getirilmektedir. Bu faaliyet, devletin hiçbir resmi merci ve kurumundan saklı olarak icra edilmemiş, devletin ve halkın asayiş ve güvenliği ile ilgili olası bir gelişmeye ait endişeden kaynaklanmış ve yasa gereği yapılmış bir faaliyettir.

Görüldüğü gibi, devletin MİT gibi diğer istihbarat kurum ve yetenekleri, başından itibaren buradaki faaliyetlerin izlenmesi için kullanılmıştır. 1'inci Hava Kuvveti Komutanlığı ise Eskişehir İli Garnizon Komutanlığı görevi nedeniyle, İl Emniyet Komisyon toplantılarına katılarak, ilin asayiş ve güvenliğine ilişkin alınabilecek tedbirlerin içerisinde bulunmuştur. 1'inci Hava Kuvveti Komutanlığının Bilvanis Çiftliği ile ilgili istihbarat faaliyeti ise MGK toplantısında konunun gündeme getirilmesini takiben, Hava Kuvvetleri Komutanlığının emri ile başlatılmıştır. Görev yaptığım süre içinde Bilvanis Çiftliği'yle ilgili hiçbir faaliyet yapılmadı. Ben bir gazetede çıkan haberden öğrendim. Tamamen rutin bir işlemdir.”

'BU NEFRET NİYE?'

Savcıların tarafsızlığını yitirdiğini ileri süren Balanlı, “Bizler, bu 'hukuk garabeti' iddianame ile kendi ülkemizde aylardır özgürlüğümüzden yoksun, esir olarak tutuluyor ve dünya hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek şekilde haksız ve hukuksuz olarak yargılanıyoruz. Masum insanların tutuklanmasına, 15-20 yıl ceza ile yargılanmasına, bir insanın yüreği nasıl olur da isyan etmeden katlanır? Bu nefret niye? Bu düşmanca uygulamanın nasıl haklı bir sebebi olabilir?” diye konuştu.

'KOMUTA KADEMESİ TASFİYE EDİLDİ'

Ordunun komuta kademesinin tasfiye edildiğini öne süren Balanlı, TSK'nın kötülenmeye, mensuplarının da küçük düşürülmeye çalışıldığını iddia etti.

NİSA SURESİ'NDEN AYET OKUDU

Yargılamanın adil yürütülmediğini, iftiraya uğradıklarını ifade eden Balanlı, Nisa Suresi'nde geçen “Kim de bir hata veya günah işler sonra da onu bir suçsuza atarsa, o, iftira ve büyük bir günahı yüklenmiş olur” mealindeki ayeti okudu.

Balanlı, “Haksız yere iftira ile suçlanan insanlar, bir anda çalmadan 'hırsız', öldürmeden 'katil' veya aklından bile geçmediği halde 'darbeci' oluverir” dedi.

'İHTİMALAT PLANI'

İddianamede yer alan ve almayan bilirkişi raporlarına değinen Balanlı, sanıkların lehine çok ciddi bulgular ifade eden raporların görmemezlikten gelindiğini, hem Gölcük, hem de Eskişehir'deki aramalar esnasında, kayıt alma işlemlerinin yapılmasında, evrensel hukuk kurallarına uyulmadığını söyledi.

İddianamede yer alan Şubat 2003 tarihli “İhtimalat Planı” isimli belgeye değinen Balanlı, Fırtına'nın 10 Şubat 2003 tarihli sözlü emrine istinaden “Oraj Harekat Planı”nın muhtemel başarısızlığına yönelik “İhtimalat Planı” çalışmalarına başlandığı, bu planın çalışmalarına da kendisinin 3 Mart 2003 tarihli sözlü direktifiyle başlandığının öne sürüldüğünü anlattı.

'FIRTINA'DAN DİREKTİF ALMADIM'

Balanlı “Öncelikle ben, Fırtına'dan böyle bir direktif almadım ve benim adımın açıldığı imzasız belge de bana ait olmayıp tamamen sahte dijital bir kayıttır. Kimseden de herhangi bir evrak veya elektronik ileti almadım” diye konuştu.

Fırtına'nın sözlü direktif tarihi ile ilgili olarak polis tespit tutanakları ile iddianamede yer alan tarihlerde çelişkiler olduğunu dile getiren Balanlı, Gölcük Donanma Komutanlığından elde edilen 5 no'lu hard disk içerisindeki kendisi tarafından hazırlandığı öne sürülen “İhtimalat Planı” ile ilgili belgedeki yazıda da 17 ve üst verisinde ise 5 olmak üzere toplam 22 hata bulunduğunu söyledi.

Balanlı, “İhtimalat Planı” hazırlıklarının genel koordinatörü olarak görevlendirildiği, bu vazifeyi kabul ettiği ve bu yönde çalışmalara başladığının yazıldığı belgenin geçerli kayıtlara ve imzaya sahip olmadığını, dijital kayıt hataları nedeniyle de “manipülatif” olarak hazırlandığını savundu.

“Suga Harekat Planı” kapsamında tutuklu sanıklardan emekli Oramiral Özden Örnek'in kontrol ve koordinesinde yürütülen çalışmaların, istifade edilmek üzere kendisine gönderildiği iddiasına ilişkin de Balanlı, “Benim 'Oraj Harekat Planı' ve 'İhtimalat Planı'nda genel koordinatörlük görevi üstlendiğim, hem de 'Suga Harekat Planı'nın hazırlayıcıları ile işbirliği içerisinde olduğum kanaatine varıldığı' iddia edilmiştir. Bu konuda deniz kuvvetleri personelinden tarafıma gösterilmiş hiçbir dijital kayıt veya doküman bulunmamaktadır. Ayrıca gönderildiği öne sürülen bu sözde dokümanların sahteliği konusunda bir kısmını benim de belirttiğim çok sayıda kanıt bulunmaktadır” diye konuştu.

'ODATV YÖNETİCİLERİNİ TANIMIYORUM'

Ayrıca Odatv'den elde edilen hard disk içerisinde, hakkında yorum yapılan bir bilgi notunun ele geçirildiği, yine Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Kadıköy Şubesinde yapılan aramada elde edilen hard disk içerisinde de isminin geçtiği ve yorumda bulunulduğunun iddia edildiğini hatırlatan Balanlı, şöyle devam etti:

“Odatv yöneticilerini, çalışanlarını ve notta ismi geçen şahsı (Yalçın Hoca) tanımıyorum. Hayatım boyunca kendilerini ne gördüm, ne de herhangi bir vasıta ile haberleştim. Bu notun gerçekliği ve ne anlama geldiği bu kişilerin kendilerine sorulmalıdır. Aynı şekilde ÇYDD Kadıköy Şubesinde ele geçirildiği öne sürülen bir hard disk içinde de hakkımda bazı yorumların bulunduğu bir kayıttan bahsedilmektedir. ÇYDD ile herhangi bir temasım olmamıştır.

'İDDİALARI REDDEDİYORUM'

Bilvanis Çiftliği ile ilgili olarak dosyada adıma imzaya açılmış bir belgede, çiftliğin mevcut detaylı hava fotoğraflarının incelenmesi ve emir verildiğinde havadan yere taarruzlar icra etmek üzere ayrıntılı hedef analiz çalışması yapılacağına dair bilgi verildiğim iddia edilmiştir. Bilvanis Çiftliği konusunda da bana yöneltilmiş olan tüm iddiaları reddediyorum. Benim 1. Hava Kuvveti Komutanı olarak görev yaptığım Ağustos 2006-Ağustos 2009 tarihleri arasında herhangi bir keşif uçuşu yapılmamıştır.”

Balanlı, “Türk ve dünya kamuoyuna yargılama yapılıyormuş görüntüsü altında, TSK aleyhine bir oyun sergilenmektedir” diyerek savunmasını tamamladı.

Serpil KIRKESER/
İSTANBUL, (DHA)
--------------------------------------------------------------------------------

Dersimiz Dersim

Dersim tartışması konusunda TBMM Başkanı Cemil Çiçek gerçekçi bir değerlendirme ve doğru bir yönlendirme yaptı.

Bir TV söyleşisi sırasında, Dersim’e dair polemiğin bilgi zemininde gelişmediğini buradan doğru bir sonuca ulaşmanın mümkün olamayacağını savundu.

Yerden göğe hakkı var.

Dersim sahnesinde şu an Başbakan ile CHP lideri oynuyor.

Meclis Başkanı Çiçek’e göre siyasi liderler vaktinden önce sahne almışlardır.

Bu meseleyi tüm boyutları ile aydınlatma ihtiyacı samimiyetle kabul edilmiş olsaydı iki liderin de konuşmak için Dersim-Tunceli tarihinin tarihçiler tarafından topluma öğretilmesini beklemeleri gerekirdi.

Tarih her şeyden önce bilimsel araştırmalarla ortaya çıkarılmalıydı.

Bugünkü manzara bizi gerçeklere götüremez.

Başka sıkıntılara götürür!

Cemil Çiçek, dün önerdiğimiz Meclis araştırması yolunun da bizi sağlıklı bilgiyle buluşturabileceğini belirtti.

Ama sormak lâzım; amaç sağlıklı bilgi mi, sömürüden rant sağlamak mı?

Fesada gün doğdu

Dersim ve özür temcit pilâvına döndü.

Bu ihtiyaç nereden doğdu?

Bölgemiz ayaklanmalarla alev alev yanarken, bu ateşin içine çekilme riskimiz her gün biraz daha büyürken birliğimize zarar verecek, dikkatimizi dağıtacak bir meseleye gömülmek gaflet ve dalâlet değilse nedir?

Bir VATAN okuru dün “meseleyi sürekli gündemde tutanların niyeti fitnedir” diyordu.

Fitnenin Cumhuriyet’i ve nihayet Atatürk’ü hedef aldığından şüpheye düşenler haksız olabilir mi?

Atatürk’ü hedef alacak cinnet hali bilsinler ki sadece fitne fesat sahiplerine zarar verebilir. Çünkü Atatürk’ün hiçbir gücün zarar verme iktidarına sahip olamayacağı bir değer olduğuna Birleşmiş Milletler’in eğitim, bilim ve kültür kurumu olan UNESCO tarih önünde tanıklık ediyor.

UNESCO’nun 27 Kasım 1978 tarihli kararı, Atatürk inkârcılarını kendilerini rezil edecek bir maceraya karşı koruyacak bir metindir.

Özetle de olsa hatırlatmak iyilik olur:

Oku ve kendine gel

“UNESCO Genel Konferansı uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla;

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün (...) olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak;

Özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek;

Dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı gözetmeden (...) eylemlerini her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünde yapmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk’ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak üzere...”

Bir Fransız düşünürün teşhis ettiği gibi bizim sorunumuz Atatürk’e sahip olmak.

Maddi ve manevi mirasının içinde yaşamak ve ondan yararlanmak...

Malûm, dağın eteğinden zirvesine bakanlar, onun heybetini fark edemez, takdir edemez!


Güngör Mengi

‘Atatürk Seyit Rıza’yı affedecek’ korkusu

Bu belgeyi 20 Kasım 2009’da, bu köşede yayınlamıştım. Tartışma götürmeyecek kadar açık, net bir belge. Dersim olaylarının baş görevlilerinden birisi olan Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in ağzından, yani birinci elden aktarılıyor.

Eğer Dersim meselesini, bugünkü siyasi mücadelenin bir parçası olarak değil de gerçekten aydınlanmasını istediğimiz bir dönem olarak anlamak istiyorsak, bu belgeyi tekrar okumakta yarar var.

O zaman göreceğiz ki Seyit Rıza ve arkadaşlarını astıran Mustafa Kemal değil. Tam tersine, onun affedici, merhametli yanını bildikleri için, her türlü yasayı çiğneyerek acele eden ve Kemal’den çok Kemalci olan işgüzarlar.

Hep söylediğim gibi Kemal başka Kemalist başka. Bu nüansı kavramadan tarihimizi doğru bir biçimde anlayamayız.

Son bir not da şu: Atatürk affeder, hayatlarını bağışlar korkusuyla Seyit Rıza ve arkadaşlarını alelacele, otomobil farlarında idam eden bu “Kemalist“ler kimlerdi acaba? “Atatürk’ü sevmek ibadettir“ diyen ama onu hiç anlamamış olan, dönemin başbakanı Celal Bayar ve sonradan Adalet Partisi hükümetlerinde bakanlık yapacak olan Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil.


***


İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında Seyit Rıza ile arkadaşlarının ve 16 yaşındaki oğlunun 15 Kasım 1937’de idam edildikleri geceyi şöyle anlatmaktadır:

“(Ö) Aradan aylar geçti, Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır’daki yeni yapılan Singeç (aslı Soyungeç Z. L.) Köprüsü’nü açmaya gidecek. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;

‘Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu (giysili) altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmasına meydan vermeyelim.’

1937 yılında resmi tatil günü cumartesi öğleden sonra. Atatürk pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler ‘asılacak asılsın’ ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.

Şükrü Sökmensüer, ‘Sivillerden, Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden istediklerini al. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait’ dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ’a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı için, ‘Kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil’ dedi.

Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığından da bir şifre aldığını ama mahkemelerin cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:

‘Ben de mahkemeleri etkileyemem.’

Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.

Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, ‘Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım’ dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğimde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.

Hakim bana, ‘Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz’ dedi.

O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.

Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, ‘yukarıdaki karar tasdik olunur’ demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya ‘Abdullah Paşa’nın idamı’ diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:

‘Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.’

Hakim, ‘başkaca bir şey yapılamaz’ diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:

‘Sizin saat 17.00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?’

‘Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz,’ cevabını verdi.

“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 24.00’ten başlıyor, dedim.

Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.

Ona da çare bulduk: Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.

Hakim bu defa; samiin (hazır bulunanlar, şahitler) yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.

Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.

‘BENİ ASMAYA MI GELDİN?’

Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.

Gece 12.00’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. ‘Peki’ dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı.

Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. ‘İdam Çino’ diye bir vaveyla koptu.

Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:

- Asacaksınız, dedi ve bana döndü:

- Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.

Son sözünü sorduk.

- Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.

Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti.

Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti:

- Evladı Kerbelayime, bê gunayime, Ayıvo zulimo, Cinayeto, (Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.) dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;

- Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim.”


***


İşte Dersim ve Seyit Rıza meselesinde Mustafa Kemal’in rolünü anlatan en gerçek belge bu. Anlamak isteyen anlar. Her kampın ideologları ve demagogları ise anlamaz! Çünkü zaten onların “gerçek“ diye bir derdi yok.
Zülfü Livaneli

Kamuoyu ve millî vicdan

Kamuoyu, belirli güncel bir konu etrafında, belirli bir süre, bir grup insanın konu ile ilgili bir fikir oluşturmasıdır. Kamuoyu büyük olacağı gibi küçük de olabilir. Genellikle toplumun algıladığı “kamuoyu” büyüklüğü veya küçüklüğünden çok etkinliğinden dolayı bir insan grubunun oluşturduğu kamuoyunu algılamasıdır. Örneğin, Fenerbahçe Kulübü başkanı Aziz Yıldırım’ın tutuklanmasından sonra hem büyük hem etkin bir kamuoyu oluşmuştur. Her kamuoyunun bir de karşı kamuoyu vardır. Ancak genellikle reaksiyon durumundaki kamuoyu suskun, etkisiz olduğu için kamuoyu tanımındaki şartları yerine getirmediği için bir kamuoyu oluşturmaz.
Öte yandan milli vicdan kamuoyundan farklıdır. Milli vicdan kamuoyu gibi güncel bir konu etrafında oluşan bir grup değil, milletin büyük bir bölümünün çoğu kez tarihin derinliklerinde kalmış belirli bir konu ile ilgili tarih imbiğinden süzerek bugüne getirdiği duygu, düşünce, inançtan oluşan bütündür. Milli vicdan, kamuoyundan farklı olarak kendisini günlük heyecanlara kaptırmadan, daha soğukkanlı verilen bir hükümdür. Örneğin, kamuoyu kimin başarılı politikacı olduğuna karar verir, millî vicdan ise kimin tarihe geçecek bir kahraman devlet adamı olduğuna.
Erdoğan’ın AKP il başkanları toplantısında yapmış olduğu 1938’de Tunceli’de gerçekleşen isyan ile ilgili belge açıklamaları da önce kamuoyu ile millî vicdan arasında muhakkak yerini alacaktır. Yılmaz Özdil’in dediği gibi, “PKK ile biz görüşmüyoruz, devlet görüşüyor” diyen Erdoğan, “Dersim’i devlet değil CHP bombaladı” diyor. Değerli kardeşim Özcan Yeniçeri üzerinde uzun bir süredir çalıştığı “Dersim Ayaklanması” ile ilgili gelişmeleri üç günden bu yana tarihsel arka planı ile birlikte kesip cüzdanınızda taşımanız gereken bir yazı olarak yayınlamaktadır.
1938’de olan nedir? Olan 200 seneden fazla bir süredir Tunceli’den çevre illerin aşiret yapısı bozulmuş bölgelerindeki köylere aşiret yapısını muhafaza eden bazı Tunceli aşiretlerinin baskınlar yaparak, mallarını vurmaları, şakilik yapmaları ve devlet güçlerini bölgeye sokmamak için savaşmalarıdır. Osmanlı Ordusu birkaç kez bölgeye yönelik operasyonlar yaptı ise de duruma hakim olamamıştır. Aşiretlerin bir kısmı Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus Ordusu ile işbirliği yapmaktan geri kalmamıştır.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra da bölgede “devletsiz bir düzenin” sürmesinde ısrar eden, Erzincan başta olmak üzere çevre illere akınlar yapan bu aşiretlere karşı nihayet devlet gereken hukuk düzenini kurmak amacı ile askeri bir karakola yapılan baskından ve katliamdan sonra kararlı iki askeri operasyon düzenlemiştir. Bu operasyonlarda aşiretlerin büyük bir bölümü devletin yanında yer alırken veya tarafsız kalırken bazı aşiretler ise ordunun geri çekileceği umudu ile direnmişlerdir. Ancak bu sefer devlet güçleri kararlı bir şekilde asayişi kurana kadar çatışmaları sürdürmüşlerdir.
Erdoğan’ın açıkladığı rakamlara göre 13 bin aşiret mensubu hayatını kaybetmiştir. Bu isyanların doğal sonucudur. Daha birkaç hafta önce Erdoğan’ın verdiği emir ile yapılan operasyonda sadece Hakkâri’de bir vadide 250’den fazla PKK’lı öldürülmüştür. K. Irak’ta bombardımanda öldürülen PKK’lıları saymıyorum. Tarih boyunca devlete isyan edenler ya zafer kazanmış ya da ölmüşlerdir.
Bu 13 bin kişinin içinde kadın ve çocukların da olması üzücüdür; ancak kaçınılmazdır. Erdoğan binlerce kişinin sürüldüğünü söylemektedir. Demek ki devletin öncelikli amacı öldürmek değildir. Direnmeyenler isyancı olmasına rağmen öldürülmemiş ve sürgüne yollanmışlardır. Dersim Harekatı konusunda Rıza Zelyut’un Kripto yayınlarından çıkan “Dersim İsyanları-Seyid Rıza Gerçeği” konulu kitabını okumalısınız. Rıza Zelyut bir Alevidir. Sol kökenlidir ve dürüst bir aydındır.
Erdoğan sahip olduğu büyük medya imkanları ile halkımızın bir bölümünü aldatıp Dersim konusunda kendisini destekleyen bir kamuoyu oluşturabilir. Ancak, sıra millî vicdana da gelecek. Millî vicdan acaba Erdoğan’ın dün yaptığı konuşmayı nereye yerleştirecek? Singeç Köprüsü karakol komutanı şehit teğmen İsmail Hakkı ve 33 şehit askerine ne diyecek? Erzincan’ın basılan ve soyulan, öldürülen köylüleri ne diyecekler? Birkaç aşiretin baskısı altında inleyen Tunceli aşiretleri ne diyecekler? Yandaş medyanın, bütün hayatını millî devleti yıkmaya adamış eski komünist, yeni liberal aydınların, il başkanlarının alkışını almak çok kolaydır. Özetle, sıra millî vicdana da gelecek.

Ümit Özdağ

24 Kasım 2011 Perşembe

Dersim’e ne dersin?

Dersim’i bombalayan...
Devlet değil, CHP.
PKK’yla masaya oturan...
AKP değil, devlet.

İyi di mi?

Sene 1937... Mustafa Kemal, başbakan Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip, Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucunda karakol vardı. Basıldı. 33 asker şehit edildi. Peşinden... Telefon hatları kesildi, pusular kuruldu, Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu, jandarma taburu vuruldu, 56 asker daha şehit oldu.
Film koptu.

Elebaşı Seyit Rıza’ydı...
Başbakanımızın “hikâyesi yürek burkucudur” dediği Seyit Rıza.

Kukla’ydı...
Kendisini oynatanların ipleri bıraktığını hissedince, paniğe kapıldı, İngiltere Dışişleri Bakanı’na mektup yazdı, Suriye’deki İngiliz Elçiliği’ne gönderdi.

Yalvaran mektubunda, Anadolu için “çorak toprak” derken, “Kürdistan bereketli toprak diyordu... “Sayın ekselansları” diye başlıyor, “Türk Hükümeti yaptığı anlaşmalar sayesinde dış baskılardan kurtuldu, Dersim’e girmeye kalkıştı, Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık, direnişimiz karşısında Türk uçakları bombalamaya başladı” diye vaziyeti anlatıyor, “sayın ekselanslarına sesleniyorum, hükümetinizin yüksek manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyorum, en derin saygılarımın kabulünü rica ediyorum” diye bitiriyor, “Seyid Rıza” diye imzalıyordu.

Hal böyleyken... Seyit Rıza’yı “masum” göstermeye çalışan arkadaşlar, böyle bir mektubun asla varolmadığını iddia ediyor. Altında kabak gibi “Seyid Rıza” imzası bulunmasına rağmen, Seyit Rıza yazmadı, Nuri Dersimi yazdı diyorlar. Üstelik, sanki Fransa babamızın oğluymuş gibi, “o mektup Fransa’ya yazıldı, Fransa Devlet Arşivleri’nden doğrulamak mümkün” diyorlar.

Gel gör ki...

Londra’da The National Archives diye bi yer var. İngiltere devlet arşivi... Kayıt ofisine gidiyorsun, “FO 371/20864/E5529” numaralı belgeyi rica edebilir miyim kardeş diyorsun, hay hay deyip, yukardaki mektubu veriyorlar. 50 pens filan, fotokopisini alabiliyorsun.

Demem o ki.
Taa 1937’ye gitmek zor ama...
Buckhingham Sarayı’yla The National
Archives’in arası metroyla üç dakka.

Hazır, frak giyerek yakasına şövalye nişanını takan Cumhurbaşkanımız ordayken... Yemekte Windsor kuzusu ikram eden Kraliçe’ye “tarihimizle yüzleşelim” dese fena olmaz yani.

Yılmaz Özdil

22 Kasım 2011 Salı

Suriye’ye Olası Bir Askeri Müdahele ve Düşündürdükleri

Suriye üzerindeki uluslararası baskının arttığı bir ortamda Esad rejimini iktidardan uzaklaştırmak adına askeri güç kullanımını tavsiye eden görüşler daha sıklıkla dile getirilmeye başlandı. Buna paralel olarak Türkiye’nin bu yöndeki bir oluşumda liderlik rolü oynaması gerektiğini savunan görüşler de daha fazla duyulmakta.

Arap Birliği’nin Suriye’ye verdiği ultimatom ve onu üyeliğini askıya almakla tehdit etmesi, Esad rejiminin Arap ulusları arasındaki meşruiyetinin sorgulanmaya başladığını gösteriyor. Batılı devletlerin, başta ABD ve Fransa olmak üzere, perde arkasından da olsa olası bir askeri müdahelenin meşruiyet zeminini hazırlamaya başladıkları da neredeyse herkesin malumu. Ayrıca son günlerde Esad’ın artık iktidardan uzaklaştırılmasının zamanının geldiğini ve bunun İran’ın bölgedeki etkisini ciddi oranda sınırladıracağını öne süren makaleler yayınlanmakta. Böyle bir iklimde şu ana kadar Esad rejimine destek vermekte olan Rusya, Çin ve İran bu yöndeki politikalarını uzun süre devam ettiremeyebilirler. Esad rejiminin sadece içerden çökmesi gerektiğini düşünen çevreler, yaşanacak bir iç savaşın komşu ülkelere sıçraması ve ciddi insan kayıplarına sebep olması durmunda dışarıdan askeri bir müdaheleye kolayca karşı gelemeyebilirler.

Böyle bir ortamda Türk dış politikasnı meşgul eden soruların en önemlisi hiç kuşkusuz Türkiye’nin olası bir askeri operayona katılıp katılmaması, katılacaksa da bunun ne şekilde olmasıdır. Hangi şartlar altında Türkiye uluslararası askeri bir operasyona katılmalı ve böyle bir oluşuma liderlik etmelidir. Bu sorulara verilecek cevaplar Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda takip edeceği dış politikanın içeriğine dair önemli ip uçları vereceği gibi, Türkiye’nin dışarıdan nasıl algılanacağında da belirleyici olacaktır.

Üst düzey bazı yetkililerin yapmış oldukları açıklamalara göre, Türkiye’nin olası askeri müdahalesi bazı şartların oluşmasına bağlı gözükmektedir. Buna göre, Suriye’de etnik ve mezhepsel bir iç savaş yaşanması, bu savaşın Halep ve Şam gibi büyük şehirlere sıçraması ve ciddi insani kayıplara sebep olması, bir iç savaş neticesinde önemli sayıda Suriyelinin Türkiye’ye göç etmesi ve bunun Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz yönde etkilemesi Türkiye’nin müdahelesini tetikleyebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin müdahelesi için olmazsa olmaz addedilen şart olası bir askeri müdahelenin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin hepsi tarafından onaylanmasıdır. Uluslararası bir niteliği olan, mümkünse Arap ülkelerinin onaylarının alındığı ve de BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin hepsinin olur verdiği bir operasyona Türkiye’nin katılması daha kolay olur.

Şu ana kadar Türkiye’nin askeri olmayan yöntemlerle sonuç almaya çalıştığını biliyoruz. Bunlar arasında Esad rejiminin uluslararası izolasyonuna destek verilmesi, ikili ticari ilişkilerin askıya alınması, muhalif unsurların toplantılarına ev sahipliği yapılması ön plana çıkanlardır. Bunların sonuç vermesini beklemek ve askeri müdaheleden olabildiğince kaçınmak Türkiye’nin çıkarına olsa da, Türkiye kendsini askeri bir müdahelenin içersinde bulabilir.

Bunun dışında kesin olan bir şey varsa o da yukarıda bahsi geçen şartların oluşmasını beklemeden olası bir askeri müdaheleye öncülük etmenin Türk dış politikasında tamiri zor hasarlara yol açacağıdır. Böyle bir durumda Türkiye’nin yumuşak güç unsurları yerine sert güç unsurlarına dayanan bir dış politika anlayışını takip etmeye başladığı algısı güçlenecektir. Bölge ülkeleriyle olan ilişkiler, özellikle de İran’la, daha fazla bozulacaktır. Hali hazırda Ankara ile Tahran arasında Şam üzerinden yaşnmakta olan rekabet ve bilek güreşi daha ileri seviyelere geçecek ve bu kaçınılmaz olarak İran’ın nükleer silah elde etme yönündeki hevesini körükleyecektir. Unutmamak gerekirki Esad’ın güç kullanılarak devrilmesi gerektiğini savunanların kullandıkları en önemli gerekçe bunun İran’in bölgedeki etkisini zayıflatacağı ve İran’ın köşeye sıkışmışlığını artıracağıdır. Kendisini köşeye sıkışmış hisseden İran’ın rasyonel olmayan davranışlar sergileyeceğini tahmin etmek zor değildir.

Bu bağlamda Suriye’de yaşanaların Türkiye’nin iç işi olmadığı, ülkenin iç güvenliğini çok da olumsuz yöde etkilemediği algısı da hesaba katılmalıdır. Ülke içi muhalefetin olası bir müdahaleye karşı geleceği şimdiden bellidir. Bu minvalde dile getirilen görüşlerin bazıları şunlardır: 1998 yılındaki şartlar tam olarak oluşmamıştır; Suriye’nin PKK kartını kullanarak Türkiye’ye zarar vermeye çalışması hala tölere edilebilir seviyelerdedir; Alevi iktidar karşısında Sunni güçlerin yanında yer almak Türkiye içersindeki mezhpesel çatışmaları körükleyebilir; Suriye’ye yapılacak bir müdahele ülkenin enerjisini ve kaynaklarını daha acil sorunların çözümünde kullanmayı zorlaştıracaktır; Kürt sorunun çözümü cok daha önceliliklidir; anayasanın liberal demokratik değerler etrafında yeniden yazılması hayati bir çıkardir; başka ülkelerin iç işlerine insani gerekçelerle de olsa müdahele etmek Türkiye’nin kendi iç sorunlarını çözme sürecinde daha fazla dış baskılara maruz kalmasını kolaylaştıracaktır.
Ayrıca, askeri bir müdahale, Türkiye’nin bölgesel hegemonya peşinde koşmakta olduğu ve bunu askeri güç unsurlarını kullanarak yapmak istediği yönündeki algıyı kuvvetlendirebilir. Bu bağlamda AK Parti iktidarının Osmanlı İmparatorluğu’nun diriltilmeye çalıştığı yönündeki düşünce daha da kuvvetlenebilir.

Askeri bir müdahalenin sebep olacağı sonuçların en önemlilerinden bir tanesi de, Türkiye-AB ilişkilerinin kesinlikle bundan olumsuz etkileneceğidir. Dış politikasında askeri güç unsurlarını önemseyen ve bunu tek taraflı bir şekilde yapmaya çalışan bir ülke imajı AB’nin dış ve güvenlik politikası normlarıyla kesinlikle uyumlu değildir. Türkiye’nin AB’yi zaten pek de kaale almadığı, AB’nin yaşamakta olduğu kriz ortamında Türkiye için bir öncelik olmaktan çoktan çıktığı algısı daha da güçlenecektir.

Buna karşılık böyle bir adım Türkiye’yi daha fazla ABD’ye yanaştıracak ve ileriki yıllarda Türk-ABD ilişkilerinin daha çok ikili mekanizmalar çerçevesinde sürdürülmesini hazırlayacaktır. Stratejik ilgisini Avrupa ve Orta Doğu bölgelerinden Güney ve Uzak Doğu Asya’ya kaydırmaya başlayan ABD, Orta Doğu bölgesindeki stratejik çıkarlarının elde korunmasında Türkiye gibi ülkelerin işbirliğine daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Son dönemde Türk-ABD ilişkierindeki yakınlaşmayı dikkate aldığımızda iki ülke arasındaki işbirliğinin artarak devam edeceğini ileri sürebiliriz. Bu kendi başına olumsuz bir gelişme olmasa da, Türkiye’nin Orta Doğu’da ABD’nin ortağı ve ileri karakollarından birisi olarak hareket ettiği algısını pekişterecektir. Bu da Türkiye’nin bu bölgedeki liderlik iddiasının yerelliğini, meşruiyetini ve orjinalliği sulandıracaktır. Unutmamak gerekirki, Obama’nın bütün kamu diplomasisi çabalarına rağmen, ABD’nin Orta Doğu’daki imajı Bush döneminden çok daha iyi bir yerde değildir. Hatta Arap Baharı sürecinde yaşanan gelişmeler ve bu minvalde ABD’nin takındığı ikircikli ve pragmatik tutum ABD’nin imajını daha da zayıflatmıştır.
Doç. Dr. Tarık Oğuzlu,Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

21 Kasım 2011 Pazartesi

AKP Abdülmecit’i anıyor. Kimdir bu padişah, tanımaya çalışalım.

Abdülmecit (1839-1861)

Abdülmecit’in Babası İkinci Mahmut, anası ise“Bez-i Âlem Sultan” takma adıyla meşhur Rusya asıllı Yahudi Leon’un kızı SUZİ’dir. Bezm-i Âlem Sultan adını, “kimliği gizlensin diye” İkinci Abdülhamit vermiştir.

İkinci Mahmut’un anası (Abdülmecit’in ebesi) de “Valide Sultan Nakşidil” takma atlı Fransız AİMEE de Buc’dur.

Abdülmecit’i anma programı 17 Kasım’da başlandı. 17 Kasım’ın Abdülmecit ile hiç ilgisi yoktur, bu tarih Vahdettin’in Türkiye’den kaçış tarihidir. Yoksa AKP şimdilik açıkça Vahdettin’e oynayamıyor da takiyye mi yapıyor?

TBMM Başkanı Cemil Çiçek Atatürk’ü anma programı için milletvekillerine Ax4 kâğıdı ile davetiye gönderirken, Abdülmecit’i anma programına yaldızlı kâğıda basılmış tuğralı nefis davetiye gönderiyor.



Abdülmecit’in kişiliği ve yaptıkları

31’nci Osmanlı padişahı olan 1’nci Abdülmecit, tarihçi İsmail Hami Danişment ve Yılmaz Öztuna’nın ifadelerine göre, “içki iptilası, saray sefahati olan” biri idi. 20 karısı, 3 gözdesi, 8 ikbal’i, 8 kızı, 9 oğlu varmış. Karılarından biri sokak kadını imiş, bu yüzden Abdülmecit dillere düşmüş. Sonra bu kadın padişahı bırakıp başkasına kaçmış. Abdülmecit, “içki ve kadın düşkünü olduğundan genç yaşta” ölmüştür.

Abdülmecit, padişah olunca, “İngilizlerin baskısıyla” Mustafa Reşit Paşayı Sadrazam yapmıştır. “Mason olan Mustafa Reşit Paşa” sadrazam olur olmaz, İskoç Mason Teşkilatı üyesi Lord Rading ile birlikte “Osmanlı’nın büyük vilayetlerinde mason localarının açılmasını sağladı, İngilizlere, Hindistan’daki Müslüman’ları ezmesi için yardımcı oldu.”

Abdülmecit padişah olduktan sonra, “hem boşalan hazineyi rahatlatmak, hem “bazı dengeleri sağlamak için” anası Suzi’nin de fikriyle, “para karşılığında devlet makamlarını satmış, yabancıları devletin önemli makamlarına oturtmuştur.” Mesela Göksu’da kahvecilik yapan, okuma-yazma bilmeyen eski Yeniçeri askeri kahveci Arnavut Mustafa’yı “Paşa” yaparak “sır Kâtipliğine”, Mısır Çarşısı’nda baharatçılık yapan Bulgar Rıza’ya Müşir vererek “Cihan ser Askerliğine (Osmanlı Orduları Başkomutanlığı), Galata’da sandıkçılık yapan Hırvat soylu Boşnak Ahmet’e “Büyük Amiral” rütbesi vererek Kaptanı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı) lığa getirmiştir.”

“Gece gündüz sarhoş dolaşan” Abdülmecit, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İsmail Paşa’nın evlatlığı Bezmara’ya İstanbul’da görür görmez nikâhına alıp adını “Bezmican” koyarak “Baş İkbal”liğe yüceltmiş, Vilma (Fransız), Virjin (Ermeni), Karolin (Yunan) gibi birçok yabancı kız ve rakkaselerle yatıp kalkmıştır.

Mustafa Reşit Paşa sadrazam olduktan kısa bir süre sonra kendisinin hazırlayıp padişaha onaylattığı “Gülhane Hatt-ı Hümayunu”nu (yönetimde büyük değişiklik ve yenilikler) 3.Kasım.1839 günü halka okumuştur. Buna göre: Yetki devri, devletin yapılanması, eğitim-öğretim esasları, azınlık hakları, tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliği gibi konularda devlet güvencesi getirilmiş, köklü değişikliklerin önü açılmıştır. Bu fermanı dinleyen Müslüman ahali kanaatini, “bundan sonra gâvura gâvur diyemeyeceksiniz” şeklinde özetlemiştir.

Abdülmecit ile birlikte, Fatih döneminden beri okutulan Fen, Matematik gibi dersler “din adamına lazım değil” düşüncesiyle medreselerin müfredatından çıkartılmış, din adamları cahil bırakılmıştır.

Gülhane Hattı Hümayunu “Islahatı Fermanına (18.Şubat.1556) temel olmuştur. Islahat fermanından sonra; Rusya içimizdeki Ortodokslara, İngiltere Protestanlara, Fransa Katoliklere karışır, yabancılar içişlerimize müdahale eder olmuştur.

Bu gelişmelerden sonra yabancılar, Osmanlı topraklarından gayr-i menkul satın alma, yabancı okullar açma fırsatını elde ettiler.

Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı devletindeki “Ümmet-i Muhammed” anlayışı bitmiş, “kozmopolit Osmanlı” anlayışı yerleşmiştir.

Gülhane Hattı Hümayunu ve devam eden süreçte Osmanlı devleti “azınlıklar cenneti”ne dönüştürmüştür.

Gülhane ve Tanzimat Fermanlarıyla imparatorluk içindeki ticari faaliyetler yabancıların eline geçmiş, Müslüman Türkler fakirleşmeye, hor görülmeye, devlet hayatından uzaklaştırılmaya başlamıştır.

Abdülmecit’in ileri düşünceler taşıdığını cesur kararlar aldığını, bu kararların insan hakları ve demokrasi açısından bize katkı sağladığını söyleyenler de vardır. Yarar ve zararlarına bakınca, bu padişahın övülecek birisi olmadığı anlaşılır.



AKP’yi anlamak hem zor, hem kolay

Abdullah Gül, Recep Erdoğan, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin gibi kişiler dün, “Batı’ya, Masonluğa, Gülhane ve Tanzimat fermanlarına, içkiye, zinaya karşı” idiler, “ahlakçı ve maneviyatçı”, “İslamcı ve mücahit” idiler.

Şimdi ne yapıyorlar?

Batı ile sarmaş dolaşlar. Papa’nın heykeli önünde milli egemenliğimizin devrine imza atıyorlar. Domuz etini kasaplık kıyma listesine sokuyorlar. Zinayı suç olmaktan çıkarıyorlar. Atatürk’ün “dış kaynaklı” olduğu için kapattığı Mason Localarını güncelleştiriyorlar. Bunların o eski “İslamcı” kimlikleri şimdi “diyalogcu, ittifakçı” kimliğine dönüştü. Bu kadro dün “cihat” çağrıları yaparken bugün “cihat-hicret” gibi dini terimlerin yazılmasını bile yasaklıyorlar.

Böylece, AKP’yi anlamak hem zordur, hem kolaydır. Öyle değil mi?

AKP’yi anlamak zordur; çünkü İslam, iman ve ahlak üzere oturmuş, iptidası yerli bir yapı 8-10 sene gibi bir süreçte nasıl altüst oluyor, olgunluk yaşındaki insanlar kendilerini nasıl inkâr ediveriyorlar?

Bir yılan bile derisini senede ancak bir kere değiştirebilirken, bunlar nasıl olur da bir ayda ağız, altı ayda gömlek değiştirirler? Anlamak zor!

AKP’yi anlamak aynı zamanda kolaydır; çünkü makam, mevki, para şöhret, fiyaka, …az şeyler değiller. Bu değerler putlaşınca değişmeler kolay oluyor. AKP’deki değişikliği anlamak şu bakımdan da kolaydır:

Eğer emperyalizmin destekleriyle şöhret bulduysanız, eğer Batılılara bazı sözler verdiyseniz, eğer Okyanus ötesinin AS Başkanlarına Eşbaşkan olduysanız, eğer Siyonizm’in beyin takımlarıyla “iki sayfa, dokuz maddelik gizli” anlaşma yaptıysanız, yani el, kol ve ayaklarınızı kaptırdıysanız; değişiminizi anlamak kolaylaşmıştır; çünkü başka çıkış yolunuz kalmamıştır.

“Beşerdir şaşar” diye bir söz var. Ama şaşmadan dönmenin de bir yolu olma, bundan sonra yapacağı işlerin bir hesabı olmalıdır.

Nerden aklınıza geldi 1’nci Abdülmecit?

Abdülmecit ve Reşit Paşa’nın azınlıkçı ruhu bedenlerinize hulul mü etti?

Cumhuriyet-Osmanlı-Beylikler-Büyük Selçukluların 1000 yıllık geçmişinden, büyük kahramanlarından anacak kimseyi bulamadınız da, bir tek şu:

Anası Rus Yahudisi, ebesi Fransız Katoliği, kendisi hovarda ve sarhoş olan,

Müslüman Türkleri ezen, gayri Müslimleri ödüllendirip şımartan,

Bir Masonun oyuncağı olan,

Osmanlıyı parçalayan,

“Padişah-Halife” kılıklı rezili mi buldunuz?

Helal olsun size, bunu herkes yapamaz.

Not:

Abdülmecit ile ilgili bilgileri İsmail Hami Danişment’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Yılmaz Öztuna’nın Büyük Türkiye Tarihi, Tahsin Ünal’ın Türk Siyasi Tarihi, Necdet Sevinç’in Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, Ali Kemal Meram’ın Padişah Anaları adlı kitaplarından topladım.

Abdülmecit’in AKP tarafından itibar görmesi, tarihimizin o dönemi hakkında daha çok bilgi sahibi olmamıza yardımcı oldu.



Yusuf DÜLGER

Em.Din Dersi Öğretmeni

Konya /17 Kasım 2011



Çok değerli Yusuf Dülger öğretmenimize teşekkür ediyor, ekliyorum:

16 yaşındayken İngilizler tarafından padişah yapıldı.

Batı tarzında prenslik eğitimi almış olan ilk padişahtır.

Sekizgen olan bayrağımızdaki yıldızı beşgene indirdi. Beşgen yıldızın adı İngiliz Tudor yıldızıdır.

VATANA İHANETİN BEDELİ ÖLÜMDÜR !

Hak ve Eşitlik Partisi lideri Osman Pamukoğlu"nun Dersim isyanı üzerinden Atatürk"e saldıranlara cevabı !..

Dersim İsyanı Nasıl Başladı:

1937 yılında Atatürk Singeç Köprüsü"nün açılışını yapmak üzere Dersim"e gelecekti.
Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol bulunuyordu.
27 Mart 1937 tarihinde İsmail Hakkı adlı bir teğmen"in komutasındaki karakola isyancılar tarafından saldırı düzenlendi.

Karakol yakıldı, 33 askerin tümü öldürüldü.

Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından yakılır.
Diğer Türk Birlikleri ile bağlantı kurulmasın diye kürtler tarafından bölgenin telefon hatları kesilir.
Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna baskın düzenlenir.
Seyit Rıza bizzat Sin Karakolu"nun da basılması için asi milislere emir verir.
Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu"na da baskın düzenlenir.
Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz gerilla kuvvetlerine karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve
bu yönde bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zaafiyet içine düşerler.
Birçok askeri birlik basılarak askerler öldürülür ve yaralanır.
İsyancılar Mazgirt Köprüsü"nü tahrip ederler.
Ve bunun üzerine Dersim Harekatı başlatılır.
Aynı isyan bugün çıksa yapılacak şey yine aynıdır.


VATANA İHANETİN BEDELİ ÖLÜMDÜR !

20 Kasım 2011 Pazar

Dersim ayaklanmaları

Cumhuriyetten hemen önce, Milli Mücadele sürerken 1920 Ekim’inde, Dersim’deki Koçgiri başkaldırısı Kürt sorununun Cumhuriyet’in başına bela olacağının ilk işareti oldu. Ermeni intikamı korkusu dolayısı ile Türkler ve Türkiye ile dayanışma içinde olan Kürt aşiretlerinin dışında, yabancı tahriklerine en müsait olan Kürtler Alevi Kürtlerdi. Dersim’in, Ermeni emellerinin hedefi olan bölgelerden uzak olması, tarihte, yabancı misyonerlerin Kürtlerle Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı uzlaştırma teşebbüslerine Alevi Kürtlerin daha açık olması 1920’li yıllarda onları da tahriklere daha müsait kılıyordu.


Bir de Sünni Kürtlerle Alevi Kürtler arasındaki ezeli ihtilaf vardı. Gerçi Alevi ve Sünni Kürtler zaman zaman (o da aydınlar düzeyinde) birlikte hareket etmişlerdi. Mesela mütareke döneminde İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nde... Bu oluşumun başında, Sünni şeyhlerle Batı Dersim’deki Alevi Koçgiri aşiretinin başı Mustafa Paşa, oğlu Alişan Bey ve sonraki Dersim isyanında da başrolü oynayacaklardan (Baytar) Nuri Dersimi vardı.

Dersim isyanı

Arazisi çetin ve nüfusunun çoğunluğu Alevi olan Dersim bölgesi 19. yüzyıldan beri devletin başına büyük badireler açmış, Cumhuriyet’ten sonra da 1925-26’da ve 1927’de Koçuşağı aşiretinin ayaklanmaları tenkil edilmişti. Bu harekette Albay Mustafa (Mustafa Muğlalı Paşa) büyük bir dirayet göstermişti. Muğlalı Mustafa’nın 1950’de çok partili rejim başladıktan sonra DP hükümeti tarafından bölgedeki oy mülahazaları ile tevkif edilmesi, yargılanması ve hatta idama mahkûm edilmesi, tarihimizin acı ve Güneydoğu’daki başkaldırıları tahrik eden olaylarından biridir. Muğlalı sonunda idam edilmemiştir ama büyük bir acı içinde vefat etmiştir.


Dersim’deki (Tunceli’deki) son ayaklanmalarda, devletin bölgede nizamı tesis etmek için aldığı bir dizi enerjik tedbirde, Tunceli-Elazığ ve Bingöl’ü kapsayan bölgede Dördüncü Umumi Müfettişliğin kurulması, Umumi Müfettişlik görevine General Abdullah Alpdoğan’ın tayini ve sıkıyönetim ilanı etkili olmuştur. Öyle ki; bir taraftan reform bir taraftan temizlik harekâtına başlanması, bölgedeki şeyh ve ağaların otoritelerini sarsmış ve onları rahatsız etmişti. Buna karşı hazırlanan isyan hareketinin başı da Seyit Rıza idi. Rıza, 1937 Mart ayının sonlarında bölgedeki karakolları basarak isyanı başlatmıştı. Buna karşı TSK ve hava kuvvetleri, asileri 16 Eylül 1938’de tamamıyla tenkil etmişti. Bundan önce de kötü hatıraları olan Dersim ismi Tunceli olarak değiştirilmişti.

McDowall kitabında Dersim isyanının, “Kemalist devlete karşı son aşiret isyanı olduğunu” yazar. McDowall’ın başka ilgi çekici yorumu da şudur:
“Dersim’den sonra Kürt milliyetçiliği ile İslamcı Kürt hareketlerinin yolları ayrılacaktır. 1950’de çok partili rejim başladıktan sonra Şeyhler genellikle taraftarlarını İslâmi veya sağcı partileri desteklemeye teşvik etmişler, Kürt milliyetçileri de Türk solundan destek almışlardır...”
Nuri Dersimi’nin ağzından hıyanet
Dersim İsyanlar’ında, sonra da Ağrı isyanında önemli roller oynayan Nuri Dersimi’nin (Baytar Nuri’nin) yazdığı ve ilk defa 1952’de Halep’te basılan, sonra da Komkar Örgütü tarafından Almanya’da yayınlanan, son olarak ise 1992’de Diyarbakır’da Dilan Yayınevi tarafından bir şekilde basılıp yayınlanan, “Kürdistan Tarihinde Dersim” kitabı, ayrılıkçı Kürtçülerin zihniyetlerini, Türkiye’ye ve Türkler’e karşı sönmez kinlerini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Kürtlerle Ermeniler arasındaki düşmanlığı tarihi bir yanılgı addeden ve Dersimlilerin aslında Ermenilere çok yakın olduklarını, sadece Ermenilerden kız aldıklarını söyleyen Nuri, Dersim Kürtlerinin Birinci Dünya Harbi esnasında Ermenilerle işbirliği yaptıklarını ve bu Alevi Kürtlerin Rus kuvvetlerine de yardımcı olduklarını itiraf ediyor. Hatta söylediğine göre, 1877-78 ve 1893 Rus-Türk savaşlarında da Dersim Kürtleri hem Ermeni çetelerine, hem de Rus kuvvetlerine yardımcı olmuşlardır. Nuri Dersimi, bölgedeki Alevi Türklerinin de Alevi Kürtlerle kız alıp verdiklerini, hatta Koçgiri hareketinde Dersimlilerle birlikte hareket ettiklerini ve de “Kürtleştiklerini” yazıyor.

Baytar Nuri’nin, Kürt gençlerinin Kürtçe bilmediklerinden yakınarak Türkçe olarak “Kürt Gençliğine Hitabı” bir ibret belgesidir.
“Ey Kürt Genci! Ey asırların zulmünü istihkar eden civanmert milletin oğlu” diye başlıyor ve sonunda gençlere “intikamı” vasiyet ediyor:

“Hürriyet ilahına sunduğumuz binlerce kurbanlar, kendileri için sizden bir türbe istiyorlar, hatıraları için bir abide bekliyorlar. Bu abide, hür ve müstakil Kürdistan’dır! Bu abide milletler camiası arasında mevkiini ihraz edecek (alacak) olan müstakbel Kürt Devleti’dir!” diyor.

Altemur KILIÇ

Bu çığlığı niye duymadın?

Tayyip Erdoğan, Suriye’de yaşanan çığlıkları işitmekten bahsediyor. “Cezaevlerinde binlerce siyasi tutuklu bulunduran Beşşar” diye hitaplarda bulunuyor. “Öldürerek, hapsederek, sindirerek hiç bir yere varılamayacağı artık görülmeli” diyor.

Oysa, aynı Erdoğan, 2004’te Irak’taki Ebu Gureyb Cezaevi’nde, ABD askerlerinin ırzına geçtiği binlerce kadından biri olan Nur Hanım’ın, “Hepimizin karnında onların piçleri var! Biz dünden ölüme razıyız!” feryadını yansıtan mektubuna kulak tıkamıştı.
Beşşar Esad’a seslendiği üslupla, “George, George...” diyerek ABD Başkanı’ndan hesap sormayan Tayyip Erdoğan, “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine dönmeleri arzusuyla” dua etmişti...

Bu çığlığı işitmedin mi Tayyip Bey?

Tayyip Erdoğan, Karadeniz Enerji ve Ekonomik Forumu’nda konuşurken, Suriye’de ve bölgedeki sorunların lokal değil, küresel olduğuna dikkat çekerek, “Bölgede yaşanan trajediyi görmek, çığlıkları işitmek ve akan kanın durması için acilen tedbirler almalıyız” dedi..

Yine Erdoğan, “Şu anda da, sadece Türkiye’nin değil, birçok ülkenin ve Arap Ligi başta olmak üzere birçok kuruluşun uyarılarına rağmen, Suriye’de maalesef kan akmaya devam ediyor” diye konuştu..

***

“Bölgede yaşanan trajedi” denilince, sizin aklınıza ne geliyor? “Çığlıkları işitmek” denilince kulaklarınızda nasıl bir ses yankılanıyor? “Akan kan” denilince gözünüzün önüne hangi tablo geliyor..

Siz bu konuyu biraz düşünürken biz Tayyip Erdoğan’ın 15 Kasım 2011 Salı günü yaptığı konuşmayı da hatırlatalım..

Erdoğan, Beşşar Esad’a hitaben diyordu ki “Cezaevlerinde binlerce siyasi tutuklu bulunduran Beşşar, sen Türk Bayrağına saldıranları da bulup gereken cezayı vermek durumundasın. Öldürerek, hapsederek, sindirerek hiç bir yere varılamayacağı artık daha iyi görülmeli, idrak edilmeli. Son dönemde kendi halkına karşı savaş açanların nasıl bir trajik sona ulaştıklarını Beşşar Esad da görmelidir. Zulüm ile abad olunmaz,mazlumun kanı üzerine gelecek inşa edilmez. Aksi takdirde tarih bu tür liderleri kanla beslenen liderler olarak anar. Esad, sen de şu anda, o sayfayı açmaya doğru gidiyorsun. Zira mazlumların ahını alanlar, bunun bedelini er ya da geç öderler.”

“Cezaevlerinde binlerce siyasi tutuklu bulundurmak” denilince sizin aklınıza ne geliyor? Fehmi Koru’nun, “Düğmeye 5 Kasım 2007’deki George Bush-Tayyip Erdoğan görüşmesinde basıldı” diye bildirdiği operasyonlar..

Hele hele cezaevlerinde ölüm denilince aklınıza hangi isimler geliyor? Son olarak Kaşif Kozinoğlu geliyor mu mesela?
Türk bayrağına ve Türk kimliğine saygısızlık denilince aklınıza hangi açılımlar geliyor?

***

Bütün bunları tek tek yazacak olsak, sayfalar yetmez..

Fakat, yine aynı bölgeden gerçek bir çığlığı hatırlatalım..
2004 yılı Nisan ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir milletvekili tarafından da okunan bir mektup vardı. Irak Ebu Gureyb cezaevinden yazan Nur Hanım, bakınız ne diyordu Müslümanlara, insan evlatlarına..

“Amerikalılar, Ebu Garib’te namusumuzu her gün ayaklar altına alıyor. Burada her gün ırzımıza geçiyorlar. Vahşi, kana susamış hayvanlar gibi bedenlerimize saldırıyorlar. Avazımız çıktığı kadar çığlıklar atıyoruz ama kimsenin bizi duyduğu yok! Eğer kalbinizde, ruhunuzda bir zerre insanlık, haysiyet, onur ve şeref varsa, birleşin ve bu hapishaneye saldırın. Hepimizin karnında onların piçleri var! Çoğumuz hamileyiz! Biz dünden ölüme razıyız! Size yalvarıyoruz; gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerimize ve ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz! Bizi öldürün! Size yalvarıyorum.. Bacınız Nur.”

***

Bu mektubun okunduğu İslam ülkelerinden, mesela bugünlerde Suriye üzerinde baskı kuran Arap Birliği denilen örgütten, herhangi bir tepki duydunuz mu?

Mesela Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, bu işkencelerden sorumlu olan dönemin ABD Başkanı George Bush’a hitaben, “George, George, bu yaptığın insanlığa sığmaz. Ebu Gureyp cezaevinde binlerce tutuklu bulunduran George, öldürerek, hapsederek, sindirerek hiç bir yere varılamayacağını artık görmelisin, idrak etmelisin. Zulüm ile abad olunmaz,mazlumun kanı üzerine gelecek inşa edilmez” dedi mi?

Demedi elbette! Peki ama bir şeyler söylemiş olmalı değil mi? Bu kadar baskı ve zulüm karşısında, dindar başbakanımız, dindaşlarımızın eşlerine, kızlarına yapılan bu zulüm dolayısıyla bir tepki göstermiş olmalı değil mi?
Wall Street Journal gazetesinde yayınlanmış şöyle bir tepkisi var Tayyip Erdoğan’ın:
“Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz.”
Peki neden böyle oluyor? Neden müslüman kadınların ırzına geçilirken, 1.5 milyona yakın Müslüman öldürülürken onların çığlıklarını duymayan bir Başbakan ve kadrosunun, Amerika adına Suriye’yi suçlarken “Yeni Osmanlı” ve dindar sayıldığı bir ülke olmuştur Türkiye..

Aslında o çığlıkları duymayan, sadece Tayyip Erdoğan değildir, bu politikalara destek veren herkes, Irak’ta yaşanan vahşetten aynı derecede sorumludur..
Arslan Bulut