Sayfalar

28 Aralık 2010 Salı

Atatürk’ün Ankara’ya gelişi...

“Atatürk’ün Ankara’ya gelişi...”

Bu küçük cümlenin Atatürk karşıtı yobazların ruhlarında ne denli travma yarattığını bilemezsiniz...

Çünkü her şey o “geliş” ile başlıyor...

Tarikatların, medreselerin, şıhların, mollaların, dergâhların hâkimiyeti... Din adı altında bir ulusun iliklerine kadar emilerek sömürülmesi... Yobazların ilkel kara düzeni...

Tümü o “geliş” ile gidiyor...

Onun için “gelişi” hiçbir zaman hoş karşılamadılar...

Kızdılar “geliş”e...

*

Ellerinden gelse her sene o gün, tam tersi için törenler-kutlamalar-şenlikler yapacaklar:

“Atatürk’ün Ankara’dan gidişi...”

*

Bu yüzden “Trafik tıkanıyor” bahanesiyle (ki İzmir’in bütçesi kadar alt-üst geçitlere para harcanan Ankara trafiğinin halini bir görseniz) dünkü “geliş” kutlamalarındaki koşuya güzergâh vermediler.

Ve geleneksel koşu iptal edildi.

Oysa ben o güzergâhın her gün iki kez yolcusuyum. AKP Genel Merkezi de o güzergâhtadır... Zırt pırt trafik durdurulur, yollar kesilir, ara çıkışlar engellenir, ambulanslar, hastalar, okul çocukları bekletilir...

Camdan başını uzatanlar sorar:

“Niye tıkandık?..”

“Geliş...”

“Kim?..”

“Tayyip Erdoğan, partiye geliyor...”

*

Atatürk’ün “geliş”ini sevmiyorlar...

Çünkü “gelişin” ruhu dahi gözükse, biliyorlar ki bu kendileri için “gidiş” anlamına gelir...

“Geliş” onlar açısından kötü haber...

Zaten 8 yıldan beri sinsi sinsi yaptıkları şey Atatürk’ün “gidişi”ni sağlamak değilse ne?..

Tam bunu başardıklarını sandıkları anda, demek ki o rüyalarına giren haberi alıyorlardır:

“Atatürk’ün temsili gelişi...”

O zaman kızıyorlardır “geliş”e...

Tüyleri diken diken oluyordur...

“Atatürk gelmemiş gibi” olsun istiyorlardır...

*

İşte; şimdi de “Atatürk’ün temsili gelişine” güzergâh vermediler...

Olsun...

“Geliş”ten bu kadar korkmaları dahi “gidiş”in teminatıdır...

bcoskun@cumhuriyet.com.tr

Başbakan ABD’ye dava açtı mı?

WikiLeaks internet sitesinin, Türkiye’deki ABD Büyükelçiliği’nden ve İstanbul Başkonsolosluğu’ndan ABD Dışişleri Bakanlığı’na yazılan kriptoları açıklamasının üzerinden yaklaşık bir ay geçti...

Bizimkilerin iddia ettiği gibi ABD yönetimi bu belgelerden dolayı Türkiye’den özür falan dilemedi...

Tam tersine; ABD Dışişleri Bakanlığı, söz konusu yazışmalardaki bilgilerin güvenilirliği konusunda hiçbir kuşkuları olmadığını dünyaya duyurdu!


***

Peki ne deniliyordu o belgelerde?
“Türkiye’deki İncirlik Üssü’nde atom bombası var...”
“eski bir bakan uyuşturucu işi yapıyor...”
“Türkiye Başbakanı’nın İsviçre bankalarında 8 tane gizli hesabı var...”

“Türkiye’de Başbakan’la Cumhurbaşkanı arasında ciddi bir gerginlik var...”

“Türk Hükümeti gizli hesaplardan Trabzonspor’a para aktardı...”

Ve daha bir sürü ciddi suçlama!


***

Başta Başbakan olmak üzere AKP’liler bu belgelerin tamamının “yalan ve iftira” olduğunu belirterek, o yazıları yazanlardan ve yayınlayanlardan hesap soracaklarını, hepsi hakkında tazminat davaları açacaklarını söylediler...
Normalde bu iddiaları Türkiye’deki bir köşe yazarı dile getirmiş olsaydı; daha yazısının mürekkebi kurumadan davayı yerdi!

Ancak, her önemli olayda olduğu gibi bu bir aylık sürede de gündem o kadar hızla değişti ki; takip etme olanağı bulamadık...

Önce yumurta atan öğrencilere uygulanan polis şiddetiyle...
Sonra BDP’nin “iki dil” ve “özerklik planı” açıklamalarıyla...

Meclis’teki kavgalarla...
Ve CHP’nin yeni yönetimiyle uğraştık...
Sonuçta zaman su gibi akıp geçti...


***

Başbakan’a soruyorum:
O iddiaları yazanlar belli: Dönemin Ankara’daki ABD Büyükelçisi ve İstanbul Başkonsolosu...
Yayınlayan da WikiLeaks...

Bu bir aylık sürede dediğinizi yaptınız mı?
Yani, ABD’li diplomatlar ve WikiLeaks hakkında ağır tazminat talepleri içeren davaları açtınız mı?
Açtıysanız, nerede açtınız? Türkiye’de mi, ABD’de mi?
Açmadıysanız, ne bekliyorsunuz?
Vazgeçtiyseniz, neden?

Yoksa dava açacağınız kişilerin ya da kurumların, mahkemeye bazı belgeler sunup, iddialarını kanıtlamalarından mı çekindiniz?

Çekindiyseniz, neden o belgelerin yayınlandığı ilk günlerde “Hesap soracağız” diye kıyamet kopardınız?


***

WikiLeaks dosyaları yayınlamaya devam ediyor... İddialarına göre, daha Türkiye’ye ilişkin dosyaların, “pilavdaki pirinç tanesi” kadar bölümü yayınlandı!

Eğer AKP iktidarı, kendisiyle ilgili ilk iddiaları “dava açarak” yargıya taşımazsa...

Diğer “pilav taneleri” ortaya çıkınca ne yapacak?
İlk iddiaları yargıya taşıyamayan bir iktidarın, sonraki iddiaları yalanlamasına nasıl inanacağız?


Mustafa Mutlu (Vatan Gazetesi-24.12.2010

Kalleşler ve saflar

Kalleşler ve saflar




23 Aralık günü Necip Mirkelamoğlu’nun cenaze törenine katıldım. Duasını okurken yıllar öncesine, 1981-82 yıllarına gittim. 12 Eylül 1980 darbesi herkesi perişan etmiş, kimini cezaevine atmış, kimini işsiz bırakmış, toplum tıpkı bu günkü gibi korkutulmuş, sindirilmiş, aykırı tek ses yok…

İzmir’in yetiştirdiği gerçek gazetecilerden rahmetli Akın Kıvanç ile birlikte “Ayrıntılı Yorum” adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Darbe yönetimine karşı demokrasiyi, özgürlüğü savunuyoruz. En büyük sıkıntımız dergiye ciddi yazı bulamamak, kimse yazı vermiyor, kimden istesek “yürü kardeşim, başımı derde mi sokacaksınız” cevabını alıyorduk. Necip Bey’den yazı istedik, her sayımıza yazı verdiği gibi çok sayıda yazar arkadaşını da bize yönlendirdi. Haftada bir İzmir Barosu Başkanlarından rahmetli Necdet Öklem’in ofisindeki toplantılarımıza katılıp bizlere deneyimlerini aktardı ve destekledi. Hepsinin mekanları cennet olsun…

Necip Mirkelamoğlu, Şanlıurfa-Birecik doğumluydu. Tarihteki Kürtçülük-Bölücülük olaylarının gerçek yüzünü bilen nadir insanlardandı ve ayrımcılık yapanlara ağzını doldura doldura “Kalleş bunlar” derdi. Gerek 30 seneyi aşan siyasi hayatımda, gerekse özel hayatımda çok dostum, arkadaşım oldu. Bizler kimsenin etnik kökenine bakmadık. Zor günlerimde, bir Allahın kulunun kapımızı korkudan çalmadığı anlarda bir lokma ekmeği paylaştığımız Kürt kökenli arkadaşlarımız oldu, bu dostluklar hala devam ediyor…

Peki bizleri ayrıştırmaya, bölmeye gayret eden kalleşler kimler ve onların oyununa gelip, ülkemizin ayrışma sürecine girmesine bilmeden çanak tutan saflar kimler? Bunlar bizi bölmeyi başarabilecekler mi?

Asırlardır yaşanan beraberlikler, etnik kökeni Kürt olan baba ile Türk annenin evliliklerinden olan çocuklar, torunlar bu ayrımcılığa “evet” diyecekler mi?
Ya, ticaret hayatında kurulan bunca yıllık ortaklıklar ve kardeşlikler bu kalleşlere geçit verecekler mi?
Cumhuriyetin kuruluşunda omuz omuza çarpışan kahramanların torunları, onların çocukları, askerlik arkadaşlıkları, okul arkadaşlıkları, hısımlıklar, dostluklar bu kalleşlerin oyunlarını bozamayacak mı?

Kürt kökenli vatandaşlarımız, ülkenin bütününü bırakıp, bir bölgeye kapatılmaya, tekrar maraba olmaya ve sonradan Barzani denen eşkıyaya satılmaya “evet” diyecekler mi?...
Bu Kürtçü-Bölücü kalleşlere, etnik kökeni Kürt olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız adına konuşma yetkisini kim verdi?
Bunları dinlediğinizde; “Türkiye’de 20 Milyon Kürt var, özerklik isteriz, ayrı bayrak isteriz, ana dilde eğitim isteriz” derler. Eğer dedikleri gibi 20 Milyon Kürt kökenli vatandaşımız varsa, bunların 12 Milyonu oy kullanan seçmen olması gerekir.(Türkiye de nüfusun yaklaşık %60’ı seçmendir) Kürtçü-Bölücü PKK terör örgütünün siyasi temsilcisi BDP’nin ve benzeri adlarla kurulup kapatılan partilerin şimdiye kadar aldıkları en fazla oy 2 Milyondur. Nerede geriye kalan 10 Milyon oy?
Kaldı ki bu 2 Milyon oyun da büyük kısmı tehditle, silahla, korkutarak alınmış oylardır. Yani Bölücü örgütün dediği gibi Kürt vatandaşlarımızın nüfusu 20 Milyon ise, Kürt kökenli vatandaşlarımızın 6 da 5’ i bölücü örgütü desteklemiyor demektir. Yok, tüm Kürt kökenliler PKK’yı ve görüşlerini destekliyor diyorlarsa, Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın sayısı ancak 3,5- 4 Milyondur…

Görüldüğü gibi esas bizi bölmek isteyen bu kalleşler azınlıktır ve ne yaparsanız yapın bunlar terörden vazgeçmezler. Çünkü bunlar için terör, uyuşturucu ticareti, insan ve organ kaçakçılığı geçim kapısıdır, para kaynağıdır. Bunlar, Kürt kökenli gençlerimizi parayla kandırıp dağa çıkartan ve onları bile bile ölüme gönderen kalleşlerdir. Bunlar, bu güzel vatanı koruyan güvenlik görevlilerimizi ve devlet görevlilerini şehit eden ve aramıza nifak sokmak isteyen ayrılıkçılardır. Bunlar bazen Amerikalının, bazen İngiliz’in, bazen Arap’ın, çoğunlukla da Barzani’nin kavuğunu sallarlar.

Kürt kökenli vatandaşlarımızın seslerini duyurma, yapılan yanlışa itiraz etme ve ülkemizin bütünlüğüne sahip çıkma zamanıdır. Eğer bu terör örgütünü ve onun siyasetteki piyonlarını desteklemiyorlarsa, ki ben tamamen bu inançtayım, bunu gösterme zamanıdır. Lütfen sesinizi çıkarın artık, korkmayın….

Terör örgütünü ve onun profesyonel yerli ve yabancı taktisyen ve teorisyenlerini uyutacaklarını zanneden cemaat artığı saf siyasetçiler bilmeden ülkeye büyük kötülük yapmaktadırlar. Eğer düşünce; “Ben kafamdaki sistemi kuruncaya kadar bunlarla beraber yürüyeyim, sonra icabına bakarız ise, bu tam bir saflık numunesidir. Çünkü ölümle arkadaşlık yapamazsınız.

Başbakan Erdoğan maalesef oyuna getirildi, Kürtçü danışmanları, Kürtçü milletvekilleri ve tarikatların ortak operasyonlarıyla Kürtçülük kuyusuna düşürüldü. Bu tarihi hatanın bedelini çok acı kayıplarla ödeyeceğimizi önümüzdeki günlerde beraberce göreceğiz. İnşallah canımız çok yanmaz…

Şu sorulara beraberce yanıt arayalım;
*Siz hiç PKK’nın ve BDP’nin Güneydoğu Bölgemizdeki feodal düzenden, aşiret, ağalık ve şeyhlikten şikayet ettiğini duydunuz mu?
*Türkiye Cumhuriyetini demokratik açıdan “geri” bulan Kürtçüler, tam bir diktatör olan Barzani’nin karşısında neden esas duruşta beklerler, hiç düşündünüz mü?
*Türkiye Cumhuriyeti Devletine hakaret edebilen Osman Baydemir, niçin kendisine ana avrat dümdüz giden Apo’ya tek laf söyleyemez?
*PKK emrettiği için Kandilden gelenleri karşılamaya giden binlerce insandan, “ağalık düzenine karşıyız” diye bir eylem bir hareket gördünüz mü?
*Güneydoğu Bölgemizin bir ilinde, kaçak sigara satan dükkanları polis aramak isteyince çatışma çıktı, herkes polise saldırdı ve polis geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı hareket İzmir’de olsaydı, o polis ne yapardı?
*Kadın Güneydoğu bölgesinin büyük bir kısmında “köle” gibidir. İki görevi vardır. Doğurmak ve çalışmak. Siz hiç BDP’ den “açılım” adı altında Kürt kökenli kadınların acılarına son verecek bir proje, bir yasa teklifi duydunuz mu?
*Kuzey Irak’ta bir erkeğin 4 kadınla evlenmesi için yasa çıkaran Barzani nasıl oluyor da bu özgürlükçü demokratların taptığı lider olabiliyor?
*Töre cinayeti adı verilen ilkellikler niçin hep bu bölgede olur da, örneğin batıda hiç olmaz?..
*Devleti bölgede yaptığı barajları, eğitim ve sağlık tesislerini bombalayan terör örgütünün ve onun siyasi temsilcisi BDP’ nin, Güneydoğu Bölgemizin herhangi bir yerinde Allah rızası için bir çeşme yaptırdığını duydunuz mu?..
*Niçin, elektrik dağıtımında kaçak oranı Denizli’de % 1’dir de, Şırnak’ta %75’tir?
*Güneydoğu bölgesinde PKK ve Barzani’ye verilen haraçların toplamı nasıl oluyor da T.C Devletine verilen verginin 10 katı olabiliyor?

Yapılması gerekenler şunlardır;
* Elinde silah olan adamla müzakere yapılmaz, mücadele edilir. Kişi, ne sebeple olursa olsun eline silah alıp, bu ülkenin güvenlik güçlerini, masum insanlarını öldürüyorsa devletin görevi bu kişiyi bulup etkisiz hale getirmek ve adalete teslim etmektir. Bu mücadele sırasında “ancak” , “ama” olmaz, olursa terörle mücadele edemezsiniz. Bugün AKP Hükümetinin emriyle güvenlik güçleri terörle mücadele etmiyor, sadece kendini savunmaya çalışıyor.
*Kişiler, etnik kökenler, belli zümreler için demokratikleşme olmaz. Tüm ülke için demokratik standartların yükseltilmesi gerekir. Gelişmiş bir demokraside yaşamak tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hakkıdır.
*Türkiye Cumhuriyeti Devletinin modeli “Ulus Devlettir”. Türkiye bölünmez bir bütündür.
*Türkiye’nin resmi dili ve eğitim dili tektir ve Türkçedir. Devlet, herkesin anadilini, kültürünü,sanatını, sosyal yaşamını öğrenmesi, geliştirmesi ve yaşatabilmesi için gereken önlemleri alır ve destekler.
Hangi ülkenin başına böyle bir felaket gelse bu şekilde mücadele edecektir. Aksi takdirde terör galip gelecek ve o devlet batacaktır.

1787 yılındaki Vatikan destekli Kürtçülük hareketinin de, Paris Üniversitesine bağlı Kürtçe öğreten yüksekokulun da, Rusya’daki Kürtçülük hareketinin de, Kürtlerden ilk kez söz eden antlaşma olan Ayastefanos antlaşmasının da, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetinin de, Kürdistan Teali Cemiyetinin de, Sevr Antlaşmasının da, Koçgiri ayaklanmasının da, Şeyh Sait ayaklanmasının da, benzerlerinin de amacı Türk Devletini parçalamaktı. Bazı safların dediği gibi kalkışmalar ve isyanlar “demokrasi eksikliğinden” veya, “anadilde eğitim olmadığından” kaynaklanmıyordu. Türkiye Devleti bugüne kadar bu kalkışmaları, isyanları bastırmasını bildi. Yöntemler tartışılabilir ama isyanlar, kalkışmalar ve işlenen cinayetler de tartışılmalıdır. Sadece devleti ve güvenlik güçlerini suçlamak en hafifinden ihanetin üzerini örtme çabalarıdır.

Bu kalleşlere tüm Türk Milleti olarak karşı durma zamanıdır. Beraberce haykırmalıyız ki sesimiz taa Amerika’dan duyulsun; Türk-Kürt kardeştir, bölmek isteyenler kalleştir ve bizden değildir…

Neden yalnız ‘özerklik’ değil?

Neden yalnız ‘özerklik’ değil?

“Özerklik yerine demokratik özerklik demelerinin nedeni Batı’nın da kullandığı ve ‘toplumların tepkilerini kırmakta etkili’ bir yöntem olmasındandır. İnsanların karşısına iyi, müspet bir şeyle çıktığınız zaman itirazını, direncini kırarsınız. Geçmişten günümüze bir çok olumlu kelime bu alanda kullanılmıştır, örneğin ‘demokrasi, özgürlük, insan hakları, eşitlik, barış, açık toplum..’ gibi. Bilimsel açıdan baktığınızda sosyal psikolojide bilinen bir yöntemdir bu..

Batılılar geçmişte sömürge yaparken de ‘sizi sömüreceğiz, boyunduruk altına alacağız’ demediler. Mandater devlet, rehber, temsilci devlet olarak o devleti medenileştireceklerini söylediler” diyor.

Yani “demokratik” kelimesinin tepkileri azaltmak için düşünüldüğünü anlatmış ve bir de not eklemiş;
“BDP ile terör örgütünün ‘özerklik talebinde bulunması’ kendileri açısından akıllıca. Bu şekilde hem ayrı bir devletleri olmuş olacak, hem de İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi cazibe merkezlerinden vazgeçmemiş olacaklar. Hem Türkiye’nin geneli hakkında söz sahibi olacak, hem de aşamalı bir şekilde kendi devletlerini inşa etmiş olacaklar. İstenildiğinde de bağımsızlık ilan edilebilecek.”
Ne dersiniz, akla yakın mı? (Bugüne kadar Güneydoğu’ya yapılmış barajlar, fabrikalar ve tüm yatırımları da “kuruluş hediyesi” kabul ederler o durumda herhalde.)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Ikinci Dil Üzerine Görüşler

OLMAZ!

Kürtçüler, BDP’liler, aydın diye geçinen teneke kafalılar kendilerini ne kadar yırtarsalar da nafile!

BDP Genel Başkanı çıkıp, “Devletin yasal ve anayasal düzenlemelerini beklemeyeceğiz. Kürtlerin yaşadığı tüm bölgelerde ve yaşamın tüm alanlarında iki dilli hayat olacak” diyor.

Sanırsınız ki milletvekili değil de anayasal düzene başkaldıran, halkı provoke eden PKK teröristi…

Bu nasıl bir sözdür?! Siz hangi ülkenin milletvekilisiniz? Türkiye’nin mi yoksa bizim henüz adını bilmediğimiz başka bir ülkenin mi?

Gerek Cumhurbaşkanı Sayın Gül, gerekse Meclis Başkanı Sayın Şahin BDP’lilerin Meclis’te inatla ve kışkırtıcılık yaparak Kürtçe konuşması üzerine “Bu suçun cezası parti kapatmadır” diye çıkışmışlardır.

Savcılarımız uyuyor mu?

Kürtçenin ikinci resmi dil olmasında bir sakınca görmeyen aklı evvellere, Almanya’daki 6 Türk Milletvekilinin hiçbirisinin Alman Parlamentosunda Türkçe konuşamadığını hatırlatırım.

Kürtçe ne ikinci bir resmi dil, ne de eğitim dili olabilir.

Birazcık akıl ve sağduyu sahibi her insan konumu, kariyeri, makamı ne olursa olsun, bu gerçeğe işaret eder.

Bugün Kürtçülerin “bunda ne var” diyerek ve masum bir istekmiş gibi ortaya sürdükleri “ikinci dil” savunuları, onları haklı çıkaracak nitelikte değildir.

Köylere Kürtçe isimler vermek, belediye çöp bidonlarının üzerlerine Kürtçe yazılar yazmak suretiyle Kürtçeye meşruiyet kazandırmaya çalışmak, ucuz kahramanlık örnekleridir.

Ortaya çıkıp “Ne Anayasa, ne yasa, ne Lozan antlaşması dilime, kimliğime gem vuramaz. Biz bu dil için buradayız” diyenlere Türkiye Ulus devletinin bir kabile devleti olmadığını hatırlatırım.

Kürtçüler artık şunu anlamalıdırlar.

Şüphesiz ana dil kutsaldır. Her insan ana dilini konuşabilmelidir.

Ama hiç kimsenin resmi dili Türkçe olan bir ülkenin Meclis’inde başla bir dili konuşmaya hakkı yoktur. (Eğer azınlık ya da misafir değilse)

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda dahi yalnızca devletin resmi dili olan Türkçe konuşulurdu.

Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti Ulus devletinde hiç konuşulamaz.

Meclis’teki bu saygısızlığa, kışkırtmaya tüm milletvekillerimiz gereken yanıtı vermelidirler.

Bu yanıtı vermeyen milletvekilleri ve partiler yaklaşan genel seçimlerde en yüksek perdeden en sert eleştirileri almaya da hazır olmalıdırlar.

Bu dil konusu açılınca, PKK terör örgütüyle bağlarını inkâr edemeyen BDP milletvekilleri ve tatlı su aydınları Avrupa’dan örnek verip duruyorlar.

Efendim İspanya’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da birkaç dil kullanılıyormuş.

Hepsi yalan!

Çünkü Avrupa’da “iki resmi dilin” konuşulduğu bir ülke yoktur.

Farklı dillerin konuşulduğu, farklı dilde eğitim yapıldığı büyük bir aldatmacadır.

Örneğin bu aymazlar İspanya’da; İspanyolca, Katalanca, GalHHyaca, Baskça konuşulduğunu söylerler ama İspanya’nın tek resmi dili “İspanyolca”dır demezler.

Yine bu tayfa, Bulgaristan’da Bulgarca ve Türkçe, Yunanistan’da Yunancanın yanı sıra Makedonca ve Türkçe, Irakta Arapça, Kürtçe ve Türkmence konuşulduğunu söylerler, yazarlar ama saydıkları diğer yan dillerin azınlık dilleri olduğunu nedense söylemezler.

Yani, “Bakın AB’ de ve başka ülkelerde her türlü dilde konuşma serbest sizde niçin yasak?” aldatmacasıyla toplumu bir bölünmeye hazır hale getirmeye çalışıyorlar.

Yunanistan’da yaşayan bir Makedon veya bir Türk, ya da İspanya’da bir Katalan, bir Bask, kamusal alanda kendi dilini kullanmayı talep etsin bakalım; başına neler geliyor.

Bugün “AB ülkelerinde farklı kültürler bir arada yaşamaktadır. Bu farklılıkların Türkiye’ de olduğu gibi bölünme korkusu yaratacağı düşünülmez, aksine bunlar zenginleştirme öğesi olarak kabul edilir. Bu nedenle Türkiye’de Kürtçenin eğitimde ve kamusal alanda kullanımının üzerindeki yasağın kaldırılması hem yaşamın güvencesi olur, hem de ülke zenginleşir. Avrupa da böyledir. ” anlamında söz edenler gerçeği söylememektedirler. Zırvalamaktadırlar. Toplumu yanıltmaktadırlar.

Eğer PKK terör örgütü ve işbirlikçilerinin istediği demokratikleşmeyse, o zaman PKK silah bırakıp teslim olsun.

Değilse maksatlarını ağızlarının içinde geveleyip durmasınlar.

Duruşu, çalışmaları ve tavırlarıyla topluma güven veren aydınlarımız; “Çağdaş milletler, çeşitli etnik köken ya da ”ırk”lardan gelerek, birbirleriyle etkileşerek, birbirlerini eriterek, birbirleriyle birleşerek meydana gelirler. Milletin ‘tekliği’ ve ‘bütünlüğü’ kavramı da buradan gelir.”demektedirler.

Bakın Atatürk ne diyor “ Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.” (Atatürk- 1931)

Peki, günlük yaşantılarında Kürtçe konuşma özgürlüğü ile yetinmeyip, “Kürtçe eğitim isteriz”, “Kürtçe alfabe isteriz”, “Kamu da Kürtçe işlem isteriz” , İki resmi dilli hayat isteriz”diyenleri şimdi nereye koyacağız?..

Demokratik haklar adı altında Kürtlere kendi dilinde eğitim verilmesinde ve kamusal alanda kullanılmasında sakınca görmeyen devletimizin yetkililerini ve adı “aydın” olan yazar-çizerleri nereye koyacağız.

Kürtçe eğitimden, devlet kurumlarında Kürtçenin geçerli dil olmasından bahsedenlerin yeni bir alfabe ortaya çıkacağından da haberleri olsa gerek. Öyle bir alfabe ki, Türkçede yer almayan W, X, Q gibi harfler yer alıyor.

Diyelim ki bu alfabeyi kabul ettiniz. Kürtler de Diyarbakır’a; Amedi, Van’a; Wan, Hakkâri’ye; Hekari, Başkale’ye, Başqele, Uludere’ye Wuludere, Şırnak’a Şirnax diye tabela astılar.

Ne diyeceksiniz? Ne yapacaksınız?

Anayasayı; Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçe ve Kürtçedir” diye değiştirecek misiniz?

Eee… Sonra! Arkasından ne gelecek? İki millet iki devlet mi?

Şüphe yok ki; insan dili binlerce yılın deneyim ve birikimini taşıyan özel bir araçtır ve kendi halkının izlerini taşır. Dolayısıyla, Türkiye coğrafyasında bir azınlık olmayan Kürtlerin, günlük yaşamda kendi dillerini kullanması, sanatta, edebiyatta kendi dilleri ile eserler vermesi doğaldır.

Ancak, milleti oluşturan en temel unsur “ortak dildir.” Bugün Türk Milletini oluşturan “ortak dil” ise Türkçedir. Aklı başında hiçbir millet, “ortak dil” in parçalanmasına, “ikinci bir resmi dil” in yaratılmasına ön ayak olacak girişimleri desteklemez.

Bugün Kürt toplumunu temsil ettikleri savıyla yola çıkanların istedikleri haklar; içinde yaşadığı milletten, farklı kültüre sahip bir toplum olduğunu idrak eden ama aynı zamanda, kendini içinde yaşadığı millete bağlı bulunduğunu söyleyen bir toplumun istekleri değildir.

Bu istekler, azınlık istekleridir. Oysa Kürtler azınlık değildir. Öyleyse bu isteklerin arkasındaki gerçek amacı okumamız gerekmektedir. “Ortak dil” hangi etnik kökenden gelirse gelsin kişiyi içinde bulunduğu milletin bir vatandaşı, bir parçası haline getirirken, ayrı dil, toplumu başka toplumlardan ayırarak millet haline getirir.

İşte demokratik haklar aldatmacasıyla öne sürülen Kürtçe isteklerinin arkasındaki gerçek amaç budur. Bu gerçek amaç; “federatif bir Kürt devleti” dir. Nitekim KADEP Başkanı bu amacını televizyon ekranlarında açıkça ifade etmiştir.

Elbette bu Türk Milletince kabul görmeyecek bir istektir.

Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun’un diyor ki; “Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, ülkesinin resmî dilini yeterince öğrenmemiş olan bireylerden, içinde bulundukları toplumun tek bir millet olduğuna inanmalarını ve toplumun bütünlüğüne bağlanmalarını bekleyemeyiz. O hâlde resmî dilin bütün vatandaşlarımıza en iyi şekilde öğretilmesiyle ilgili politika hayatî öneme sahiptir. Dilin, toplumun çözülmesini önleyici ve bütün vatandaşlarımızı ortak bir kimlikte birleştirici rolünü oynayabilmesi için dil öğretimindeki aksaklık hatta yokluk sorununun, şu anda akla gelebilecek bütün sorunların önüne alınıp çözülmesi yönünde adımların atılması şarttır.“

Dil konusundaki sorunu çözmek isteyenlere duyurulur.





TOKAT HABER GAZETESİ

22 Eylül 2010 Çarşamba

şehit babasının EŞBAŞKANIMIZA yazdığı mektup

Teşekkürler Sayın Başbakanım…..
Bana bu yazının sonunda okuyacağınız şiiri yazmama ilham verdiğiniz için..,
Nefret nedir bilmeyen ruhuma son bir yılda nefreti öğrettiğiniz ve hergün seyrettiğim haberlerde artık hiçbir şeyin beni şaşırtmamasını sağladığınız için,
Bu akşam bana televizyonda bir şehit annesinin Arif’im nerde diyen feryadını dinlettiğiniz için…
Vatani görevini yapan ve bir bacağını kaybeden bir gazinin protez bacağını çıkartıp benim gururum bu diyerek feryad edip kendisine verilen gazilik belgesini yere fırlattığını görmemi sağladığınız için…
Yüzünün büyük bir kısmı yanık ve parçalanmış olan diğer bir gazinin benim gururum bu diyerek yüzünü gösterirken gözümden süzülen yaşlar için…
Onları affediyorsunuz elleri kolları serbest dolaşıyorlar benim oğlum toprak altında onu da affedin bana gelsin feryadını atan ANA’nın kanlı gözyaşları için…
Bizim vergilerimizle bizden topladığınız paralarla 34 teroriste Cumhuriyet şenliklerini aratmayacak havai fişek ve lazer gösterileri eşliğinde kahraman nidalarıyla kendilerini adam sanmalarını sağladığınız için….
100,000 kürt kökenli TÜRK vatandaşının zafer nidaları ile dans etmelerini ve yapmış oldukları miting’i Kürdistan Milli Marşı eşliğinde sonlandırıken, PKK bayraklarını TÜRKİYE semalarında dalgalandırdığınız için…
Tüm ŞEHİT ve GAZİLERİMİZİ bu akşam bir kez daha şehit edip gazi bıraktığınız için……….
Daha bitmedi sayın başbakanım…
Siz ve diğerleri sayın öcalan diyor ya merak etmeyin biz o vatan hainine ve size içimizden her dakika sayıyoruz...
Size kısaca kendimden ve atalarımdan bahsedeyim sayın başbakanım.
Ben 400 yıl önce Karaman’dan Yugoslavya ya akıncı olarak gitmiş ve orada 400 yıl yaşayıp Balkan harbinde vatanını korumak için savaşmaya gelmiş babası Boşnak, annesi Arnavut kendisi önce TÜRK sonra Boşnak olan TÜRK vatandaşı Hüseyin’im. Herşeyden önce vatan ve Türkiye diye büyütüldüm. Türkiyemi Anamdan Avradımdan, Oğlumdan, Atamdan önde severek büyüdüm ve büyüyorum.
Nazım’ın Kadınlar şiirindeki;
Ayın altında kağnılar gidiyordu Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru……..
Mısralarındaki o kadınlardan birisi benim Büyük Halam dı. Büyük Amcam Çanakkalede şehit düştü. Dedem bizi İzmir'den Çanakkale'ye savaşmak için 24 gün nasıl yürüdüğünün hikayeleri ile büyüttü. Bize her zaman Vatan sevgisi aşılandı TEK VATAN... O da TÜRKİYE…
Biz hep önce TÜRK’tük sonra Boşnak. Biz hiçbir zaman bölünmek, parçalanmak, ayrılmak, açılmak, kapanmak nedir bilmedik.Bunları n konuşulduğu yerlerde bulunmadık…..
Komşum Rum’du, Sınıf arkadaşım Ermeni,En iyi arkadaşım Kürt,Eniştem Giritli, Mahallemizin Teyzesi Kavalalı, İlk Ustam Tatar,Dedem Boşnak, Büyük babam Arnavut, ilk sevdiğim Macar, Evlendiğim Giritli……..
Ama hepsi ilk önce Türktü. Siz şimdi bizimle paylaşmadığınız bir karara varmışsınız adı açılım.Size benim çocucuğumun geleceği ile ilgili kararları alma yetkisini kim veriyor? Siz hangi güçle bizimle paylaşmadan bu Vatan’ın geleceği ile ilgili bu kadar derin kararları alabilme yetkisini buluyorsunuz kendiniz de? Size sizin dilinizde sesleniyorum başbakanım. Unutmayın sizden büyük ALLAH var….
Siz Hz.Ömer adeletini bilir misiniz başbakanım? Hani birisini hakkı yenildiğinde karar verecek iken kararı hakkı yenilene bırakan Hz.Ömer. Peki siz bu dağdan inen şaklabanları affederken bu vatan uğruna evlatlarını düğün dernek askere gönderip ALBAYRAK lı tabutlarla geri alan ANALAR'dan, BABALAR'dan izin aldınız mı? Siz bu insanların vebalini kaldırabilecek misiniz?....
Bu akşam televizyonda Cemal Süreya’nın şu şiirini okudunuz;
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum….
Şimdi ben size aynı soruyu aynı şiirin bir şehit anası ağzından okuyarak sorayım…
Sizin hiç oğlunuz hain bir kurşundan öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Oğlumdan ummazdım bunu kör oldum…
Şimdi ben size soruyorum; sizin oğlunuz şehit düşseydi aynı kararı bu kadar rahat verip, dağdan inin gelin sizi kucaklayalım oğlumu öldürdünüz ama olsun unutalım der miydiniz? Gelsinler diyorsunuz kan akmasın bir daha.Sayın başbakanım biz küllerinden bir vatan yaratmış ecdadın çocuklarıyız. Şehidimizin ardından kan ağlar vatan sağolsun deriz. Bırakın o dağlarda kalsınlar o hainler biz onları o dağlarda gömeriz, ardından şehitlerimizin huzur bulmuş bedenleri ile gökkubeyi başlarına yerlebir ederiz .Bizim onların dönüşüne ihtiyacımız yok. Ama durum başka siz merak etmeyin farkındayız…….
Dünyanın en pahalı benzinini alıyoruz ağzımızı açmadık…..
En fazla vergisini ödüyoruz ağzımızı açmadık…..
Deprem oldu özel iletişim vergisi dediler vatan sağolsun dedik…..
Maaşımızdan %49 kesip ortalama yaşam ömrü 71 yaş olan vatanımızda 66 yaşında emekli olacaksın dediniz ağzımızı açmadık…..
1,5 lira konuşulan telefon için 24 lira fatura ödedik gık demedik…..
Faturalarımıza güneydoğuda kaçak kullanılan elektiriğin bedelini eklediniz ödedik…..
Kız çocuklarını 14 yaşında satmasınlar diye KARDELENLER dediniz yardım ettik……..
Size şimdi bizden ……..
Bundan böyle bu VATAN’A verilecek evladım yok, ne olursa olsun umurumuzda değil, kürdistan da kurulsun amerikalı da gelsin vatanı alsın fark etmez….
Artık hiçbir bedel ödemeyeceğiz…
Bundan böyle yurt dışlarında herkese Türkiye ve Türk insanını anlatmayı keseceğiz…
Yada tüm bu medyadaki açılım şovları ile gaza gelip sokağa çıkıp önümüze gelen Kürt kökenli yada Alevi vatandaşları öldüreceğimizi, birbirimizi katledeceğimizi….
Bundan sonra ne yaparsak yapalım nafile aman susalım başımıza bir dert gelmesin diyeceğimizi sanıyorsunuz ya! Biz bu oyuna gelmeyeceğiz Mister President. Biz sizin ve sizin akıl hocalarınızın ve diğerlerinin ne yapmaya çalıştığının FARKINDAYIZ……
Biz sizin pek tanımadığınız bir kurtarıcının çocuklarıyız ve biliriz ki TÜRK MİLLETİ ZEKİDİR. Bu yüzden bu defa bizi bize kırdırmanıza izin vermeyeceğiz. ALLAHIMDAN SİZİN GÖNÜL GÖZÜNÜZÜ AÇMASINI VE ŞEFKAT TOKATINI HAKKIYLA İNDİRMESİNİ DİLER……….. SAYGILARIMI SUNARIM…….

Hüseyin Yardımcı…

31 Ağustos 2010 Salı

CNN'de YAYINLANAN SON PATRIK PROGRAMI

28 Ağustos 2010 günü yani dün, CNN International’de bir program yayınlandı ve tüm dünya bu programı izledi.
Programın adı, “The Last Patriarch” yani “Son Patrik”. Ben programı izlerken dondum kaldım.
İmroz adası başta olmak üzere, birtakım eski Rum yerleşim merkezlerindeki kiliseler, Patrik’le beraber geziliyor ve yerlerinden yurtlarından edilen zavallı Rumların hazin hikayeleri anlatılıyordu. Ama ne anlatış… Cumhuriyetin kuruluşu ile pek çok Rum’u Yunanistan’a yollamışız(mübadeleye değinilmiyor, sanki biz tek taraflı göndermişiz gibi aktarılıyor.) Daha sonra Varlık Vergisi çıkarmışız( bunun da tarihi belirtilmiyor) ve Rumca konuşmayı yasaklamışız. Hemen arkasından 6-7 Eylül olaylarını gerçekleştirmişiz ve bütün bu nedenlerle Türkiye’de Rumlar yok olmuşlar. Programda Yorgo Stefanapulos adlı bir akademisyen de durumlarını anlattı. Bu akademisyen Türkiye’de hangi üniversitede çalışıyor dersiniz? Işık Üniversitesinde çalışıyor!...
Daha sonra Heybeliada Ruhban Okuluna geldi sıra. Bu arada “mütercim” Bakanımız Egemen Bağış ekrana alındı ve hemen “Vallahi billahi biz yapmadık bu işi, 40 yıl evvel kapatılmış ama iktidar olduğumuzda, Milli Eğitim Bakanlığımız bu okulu açmak için çok çaba sarf etti. Yakında bu meseleyi çözeceğiz” dedi.

Bu arada “The Last Patriarch”, gözleri dolu dolu, bu toprakların onların atalarının olduğunu, bu kiliselerin ataları tarafından yapıldığını anlattı. Gelecekten umutlu olduklarını da vurguladı ve aynen şu ifadeleri kullandı;
“Artık tersine göç başladı. Yunanistan’dan Türkiye’ye çok sayıda genç göç ediyor.”

Aynen Filistin’de oynanan oyun yeniden tezgahlanıyor. Benim, Devlet Bakanı sıfatını üzerinde taşıyan Bakanım da, Diyanet İşlerinin süslü Başkanı da olayların farkında bile değil. Acaba CNN’de böyle bir program yapıldığından haberleri var mı?

İşte böyle aziz Türk halkı, seni “uygarsın” , “aslansın” , “kaplansın” diye gaza getiriyorlar. Böyle giderse yarın neler olacağını beraberce göreceğiz.

Sevr, yandaş basın tarafından bir barış projesi olarak takdim edilmişti. İşte o barış projesi yavaş, yavaş gerçekleşiyor…

Sağlık ve başarı dileklerimle 29.Ağustos.2010

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
0 532 211 00 11

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Hepimizin 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu olsun...

Hayır!.. Zafer, Yunanistan'a karşı değil... Emperyalizme karşı
kazanılmıştır..
Yunanistan, emperyalist güçlerin Anadolu'da yeniden yapılanan milli
nitelikli orduya karşı öne sürdüğü alelade ve biçare bir piyondan
başka bir şey değildir...
Ama, ısrarla ve inatla vurgulanarak altı çizilmeye çalışılan şey, bu
gerçeği genç kuşakların körpe zihinlerinden saklamak ve bu muhteşem
zaferi, alelade bir Türk-Yunan savaşı olarak hafife alıp, asıl hedefi
gizlemek... Asıl düşmanı gözlerden kaçırmaya çalışmaktır.
Hayır olay, tarihte bir çok örneği görülebilecek olan basit bir ordu
savaşı değildir... Mustafa Kemal Atatürk'ün deyimi ile, "emperyalist
güçlere karşı mazlum milletlerin başkaldırısıdır!.."
Eğer mesele, sadece basit bir Türk Yunan savaşı ise, savaş sonrasında
niçin tüm emperyalist ordular tas ve taraklarını toplayarak bu ülkeden
[en kibar deyimi ile] "def-çalarak" gitmişlerdir?
Niçin, bu görkemli zaferin sonrasında düzenlenen barış görüşmelerinde
masanın bir tarafında yeni Türkiye'nin Milli Devlet'ini temsil eden
kişiler ve diğer tarafta ise, sözünü ettiğimiz emperyalist güçler
vardı?
Niçin, Lozan Antlaşması sadece Türkiye ile Yunanistan arasında
imzalanmadı?..
Çünkü Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması'nı yırtıp atılması demekti...
Sevr Antlaşması'nın tarafları, Osmanlı Devleti ile işgalci emperyalist
güçlerden ibaretti...
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu kongrelerini tamamlayıp Ankara'ya
döndüğünün haftasında yayınlamaya başladığı ve başyazılarını bizzat
kendisinin yazdığı Kuvayı Milliye adlı gazetesinde bu gerçekleri bütün
çıplaklığı ile anlatıyor...
Atatürk'ün söz konusu başyazıları, Kaynak Yayınları tarafından
"Gizlenen Atatürk" başlığı altında yayınlanmış bulunmaktadır.
Sözünü ettiğimiz bu başyazılar, Türk Devrimi'nin temel ilkelerinin
bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından tartışıldığı çok önemli
belgelerdir.
Gelin birlikte okuyalım:

EN BÜYÜK DÜŞMAN
[20 Temmuz 1920]

"En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ve ne de filan
millettir. Bilakis bu düşman, adeta dünya çapında Yahudi saltanatı
halinde bütün dünyaya hâkim olan kapitalizm afeti ve onun çocuğu olan
emperyalizm'dir.
Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat, bizde de tamamen idrak
ediliyor. Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman
âlemin parçasından başka bir şey değildir. Daha doğrusu, kapitalizm
saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son
ordudur...
Nitekim bundan evvel üzerimize ordular saldırtmış olan düşmanlar yine
böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka bir şey değildi.
Moskof orduları İtalya orduları, Bulgar ve Yunan orduları kısacası
bütün düşmanlarımız tamamen kapitalizm tarafından ayaklandırılırlardı.
Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya bir takım despot
hükümdarların istibdatları altında ezilirdi. Sonraları milletler bu
istibdadı yıktılar. Fakat bu defa da, onun yerine paranın, sermayenin
zulmü geçti. Sermaye bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün
fenalarının yegâne etkeni, yegâne sorumlusu idi. Bugün de odur. Eğer
süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı ve zulüm yarın
da devam edecekti. Çok şükür zulüm devrinin son günlerindeyiz.
Kapitalizm sade falan ve filan milletin düşmanı değildir. Bilakis
bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır. Milletleri
birbirine düşüren o. Kardeş kanları döktüren fesatlar ondan dünyayı
kaplayan sefaletin müsebbibi özetle bütün insanlığı inleten zulmün
yegâne zalimi odur. Bu zulümde başarılı olmak için arada sırada
müracaat ettiği muharebeler yegâne kuvvetleri, yegane silahları
değildir. Bankalar, sendikalar onun en kuvvetli silahlarıdır. Ve bütün
milletleri bilhassa bu silahla mağlup eder. Memleketimize bakınız:
Rejiler, "Duyunu-Umumiye"ler, kapitülasyonlar, şimendiferler,
limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri... bütün bu müesseseler
Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için, senelerden beri kullandığı
iblisane bir makinenin parçalarıdır. Sade bizim memleketimizde değil,
yeryüzünde bu makine devam ettikçe sade biz değil, bütün dünya zulüm
altında ezilecek, sefalet arşa çıkacak, insan felaketten felakete
yuvarlanacaktır. Bize bugün sınır itibariyle dünyanın en güzel en
hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memlekette
bugünkü şeklinde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil
böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için
hayat imkânı yine tasavvur edilemez. Zenginlerimizi dolandıran o,
fukaramızı soyan o... Mal ve mülkümüzü çalan, haysiyet ve namusumuzu
mahveden, bizdeki faziletleri şeytan gibi birer iknaya çalışan, bizi
birbirimize düşüren hep odur. Şu halde, kendimizi kurtarmak için
evvela bizim, sonra da bütün dünyanın şu melun kapitalizmin afetinden
kurtulması lazım gelir. Bunda sade biz menfaattar değiliz. Kapitalizm
sade bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat
kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar, insanlık
düşmanıdır. Hatta İngiltere'de, hatta Fransa'da ve Amerika'da da
böyledir. Ve oralarda da kapitalizm usulünden istifa edenlere nispetle
bunun zulmü altında inleyenlerin miktarları yüzbinlerce kere
ziyadedir. Şu halde kapitalizmin düşmanı yalnız biz değiliz. Bütün
dünya onun düşmanıdır. Bütün dünya bizimle beraber demektir.
Dünyayı tanıyanlar, dünya işlerini bilenler bütün açıklık ve
katiyetiyle görüyorlar ki, bu hakikat bütün dünyada artık
anlaşılmıştır. Kapitalizm, hâlihazırda Lehistan'da ve Anadolu'da son
kurşununu atmakla meşguldür. Bundan sonra kullanacak silahı kalmıyor.
İşbu bu kuvvetleri yenmektedir. Türkler bu hakikati anlayınız.
Anlamayanlar varsa, onlara da anlayanlar öğretsinler. Bolşevikler,
Lehleri kati surette mağlup ederlerken bizim vazifemiz de Yunanistan'ı
Anadolu'dan süratle, şiddetle derhal kovmaktır. Ondan sonrası ise,
ebedi kurtuluştur!.."

Hepimizin 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu olsun...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

MUSA’NIN MÜCAHİDİ ADLI KİTAPAN ALINTILAR

MUSA’NIN MÜCAHİDİ ADLI KİTABINDAN ALINTILAR

1492 yılında Osmanlı'nın bağrına bastığı Yahudiler, nasıl Osmanlıyı yıktılarsa, aynı oyunla bu defa da son Türk Cumhuriyeti'ni yıkma çalışmalarına başlıyorlardı. Tacirleri, Şirketleri, Sanayicileri, Siyasetçileri, Bürokratları, İs­tihbaratçıları ve her türlü elemanları ile Din maskesi ardına saklanıyorlar, gündüz Müslüman gece Yahudi ve Hıristiyan kimliklerine bürünüyorlardı. Öyle ki, kripto yani "Gizli Yahu­di" olmayan evliya bile olamıyordu.

Musa'nın MücahitiMasonlar, tarikatlar, din taciri partiler; kimi sarığın üzeri­ne Melon şapka takıyor, kimi melon şapkayı sarıkla kamufle ediyordu. Kimi gece hahamlık yapıyor, gündüz imam olup na­maz kıldırıyordu. Kimi gündüz, gezici-seyyar vaizlik yaparken gece papazlık yapıyordu. Kimi gündüz "Ben imamım" diye bağırırken, gece hahamların önünde bu ülkeyi parçalamanın yeminlerini ediyordu. Bu Müslüman görünümlü Kripto Yahu­diler ve Sabetaylar; İngiliz, Amerikan ve İsrail istihbaratından alıp dağıttıkları paralara kutsiyet masalları uydurup, saf insan­larımızı kandırıp aldatarak, ülkemizi sömürmek suretiyle Ame­rika ve İngiltere'ye peşkeş çekmenin son versiyonlarını sergili­yorlardı.
1948 yılında ters bir doğumla dünyaya gelen Bülent Arınç, bu tersliğini hayatı boyunca yaşıyordu.
TBMM Başkanı sıfatıyla Amerika'ya giden Arınç, Musevi lobisi ve papazların yönettiği üniversitede temaslarda bulunu­yordu. Bülent Arınç'ın, Amerika ve İsrail'e muhalefetin az sa­yıda bir grup aşırı dinci unsurların görüşü olduğunu belirtiyor­du. Arınç, Yahudilere soykırım yapıldığını belirterek şöyle di­yordu:
"Bu tür korkunç olayların tekrarlanmaması için yeni nesil­lerin bilinçlendirilmesine verdiğimiz önem çerçevesinde, 1 Ka­sım 2005 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda kabul edilen "Yahudi Soykırımının (Holokost) anılması" başlıklı ka­rar tasarısının ortak sunucuları arasında Türkiye de yer almış­tır."
Oysa aynı Arınç, oy toplamak için partisinin propaganda toplantılarında şöyle konuşuyordu:
"...Şöyle bir hadisi şerif var, Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Bu harpte Müslü­manlar galip gelecektir, öylesine galibiyet ki, Yahudiler taşlar rın ve ağaçların arkasına saklanacak, ağaçlar haber verecektir, "Ey Müslüman arkama Yahudi saklandı gel onu öldür" diye­ceklerdir."

"Türkiye aslında ABD'nin gerçek anlamda güvenebilece­ği ve bölge sorunlarının çözümü için işbirliği yapabileceği bir dosttur. Bu böyle bilinmelidir..." diyen Bülent Arınç, bir za­manlar ABD için ağzını açıyor, gözünü yumuyordu:"İncirlik'e Türk işçisine saldıran Amerikan köpeklerinden hesap soracağız. Irak'ta, İmam-ı Azam'ın türbelerini her gün bombalayan Amerikan katillerinden hesap soracağız..."
Bülent Arınç, bir zamanlar Doğramacı'nın üniversitesini yerden yere vururken şunları söylüyordu:
"Çağdaş uygarlık adına Bilkent Üniversitesi'nde işlenen rezalete dikkatinizi çekiyorum. Bilkent Üniversitesi'nin kanti­ninde çizi krakerden daha çok, sigaralardan daha çok satılan bir şey var; Doğum kontrol hapları. Bilkent Üniversitesi kanti­ninde şu yazılı; "Aşk yap çocuk yapma." Doğum kontrol hapı ve prezervatif peynir, ekmekten daha çok satılıyor.
İnsanlık vasfını kaybetmiş köpeklerden daha adi bir yaşa­yış içinde hiç birimiz yaşamak istemiyoruz. Biz en güzel ahlak­la yaşamak istiyoruz. En güzel ahlakın ülkemizde hakim olma­sını istiyoruz.
Şimdi bu Ankara'da bir üniversitedeki olay!.. Milyarlık bütçelerle insanlarımızı kısırlaştırmak ve çocuktan mahrum et­mek için cinayet işleyenler..."
Dün böyle konuşan Arınç, 2007 yılında TBMM Onur Ödülü'nü Prof. Dr. İhsan Doğramacı'ya veriyor ve onu kutsu-yordu:
"Doğramacı'nın "Kurduğu üniversiteler ve Türk eğitim hayatına sağladığı büyük katkılar, tıp alanında yapmış olduğu akademik çalışmalarla sağladığı başarılardan dolayı aday gös terildiğini" üstüne basa basa anlatıyordu.


Masonlar için "Hiram Usta'nın kulları" sözlerini kullanan Arınç, sözlerine şöyle devam ediyordu:
"Değerli kardeşlerim, bize gerici diyorlar. İlericilik onların ellerinde, gericilik bizim elimizde. Şunu açıklıkla söylüyorum. Türkiye'de masonlardan daha fazla gericiler yoktur. Hala iki bin yıllık Hiram ustalarının efsanelerine inanıyorlar. Hala per­gelin, gönyenin, malanın peşinden koşuyorlar... Hala dul ke­sesi öpüyorlar... Hala gözleri kapalı sağda solda dolaştırılıyor­lar... Masonlardan daha gerici, daha iptidai, daha sapık dü­şüncelere sahip olan insanları düşünebiliyor musunuz?"
Aynı Bülent Arınç'ın partisi AKP, İktidara geldiğinde Av­rupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görülen türban davasına Mason Münci Özmen'i gönderiyorlar, türban'ın yasa dışı bir giyim tarzı olduğunu iddia ediyorlardı.
Ama parti toplantılarında "Türban sorununu çözmek na­mus borcumuz", "Türban Bayragımızdır" diyorlardı.Musa'nın dikensiz gül bahçesindeki yeni tomurcuklarıyla buluşmak dileğiyle.
Ergün Poyraz 06.06.2007-Ankara


Musa'nın Mücahitiİbrahim Arınç'ın annesi Raziye'nin, 13691690184 nu­maralı kimlik bilgilerinden gördüğümüze göre baba adı Meh­met, annesinin ismi ise Gılman'dı. Raziye Hanım Bergama'da dolmuştu. Bergama'ya da Girit'ten gelmişlerdi. Girit'e gitme­leri ise Siirt'in Baykan ilçesi Arınç köyünden olan, Arınç aile­sinin Tunceli ve yöresinde isyana kalkışmaları sonucuydu. Böylece Tayyip'in karısı Emine'den, Abdullah Gül'den, Beşir Atalay'dan sonra Siirt kökenli olduğu belgelenen Arınçlar, Be-dirhan aşiretinin uzantılarındandılar. Osmanlı bunları Girit'e sürdükten sonra Girit isyanları başlamıştı. Arınç'ın İbrani kö­kenli dedeleri Osmanlı'ya başvurarak bugünkü deyimle Koor­dinatörlük istemiş, koordinatör olmalarının ardından Girit eli­mizden çıkmıştı.
Girit'in elimizden çıkmasının ardından Arınç ailesi Mani­sa'ya yerleşiyorlardı. Manisa, Yunan'a kurşun atmadan teslim olan tek ilimiz olarak tarihte yerini alıyordu. Manisa'da yetişen Bülent Arınç, Meclis Başkanı olduğu zaman 12 mil olayının Yunanistan lehine kabul edilmesini istiyordu.Oysa Bülent Arınç, Mekke'de sarı, kırmızı ve yeşil renkli bir çadırda yaptığı açıklama da Yunanistan'ı Helencilikle, Me-galo İdea peşinde koşmakla suçluyor ve ardından kükrüyordu: "Kahpe Yunan"
***
Ergün Poyraz’ın Musa’nın Mücahidi adlı kitabı işte böyle çok ilginç bir anlatımla devam edip gidiyor. Ergün Poyraz nerede diye merak ettiyseniz söyleyeyim. Silivri de Ergenekon davasında tutuklu yargılanıyor. Ergün Poyraz 31 Ocak 1963 İstanbul doğumlu bir araştırmacı yazar. Adalet ve Kalkınma Partisi, ideolojisi, parti kurucuları ve ileri gelenleri hakkında yazdığı Hilafet Ordusundan Arap Kürt Partisine, Patlak Ampul, Musa'nın Gül'ü, Musa'nın Çocukları, Musa'nın Mücahiti, Musa'nın AKP'si, AKPapa'nın Temel İçgüdüsü gibi muhalif kitapları ile tanındı. Bu kitaplar nedeniyle bazı çevrelerce antisemit olmakla suçlanmaktadır.

Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi Dış Politikayı Değiştirecek:12 Mil Artık Savaş Nedeni Değil! Bu haberi basından okumuşsunuzdur sanırım. Önümüzdeki 10 yıl içindeki en büyük sorunlardan birinin bu olacağına iddiaya şimdiden girebilirim. İsrail Yunanistan ile yakınlaşıyor ve bizim AKP hükümeti de böyle bir değişime gidiyor. Yunanistan 12 mil iddiasından vaz geçmiş değil ki.
27 Ağustos 2010 Cuma
UĞUR ÖZALTIN

26 Ağustos 2010 Perşembe

Artık Hanefi AVCI’dan Öncesi Ve Sonrası Vardır!

Hanefi Avcı ve kitabı bir işaret fişeğidir!

Eskişehir emniyet müdürünün açıklamaları, Türk milleti, yedi düvelce dayatılan bir referandum’un önünde diz çöktürülmüşken, gündeme düşmüştür.

‘Haliç’de Yaşayan Simonlar. Dün Devlet Bugün Cemaat’ adlı kitaptaki açıklamalar, gidişata ‘DUR’ emridir. Yazarı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin halen görevde olan bir emniyet müdürüdür.

Kitap, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm kurumlarına gizli bir örgütün sızdığını belgelemektedir. Bir suç duyurusudur!

BU KİTAPTAKİ AÇIKLAMALAR, BU HÜKÜMETİN İSTİFASINI GEREKTİRİR.

Hanefi Avcı’nın kitabında yaptığı açıklamalar eski istihbaratçı Mahir Kaynak’ın söylemiyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin ‘KARŞI HAMLESİ’dir.

Emekli MİT görevlisi Kaynak, ‘…kitabın yayınlanmasını bir karşı hamlenin ilk adımı sayıyorum. Bundan sonra kitapta ileri sürülen iddiaları destekleyecek birçok yeni verilerle karşılaşacağımızı ve buna başka güç odaklarının da destek vereceğini düşünüyorum. ‘ diyor. (Star gazetesi 22.8.2010)

Kitapta, 3 yıldır aralıksız sürdürülen bir hukuk skandalının en yetkin ağızdan deşifresi yapılmıştır. Bir emniyet müdürü, ‘Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün / cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir.’ demektedir.

Özel yetkili mahkemelerin tüm hâkim ve savcılarının derhal emsali hâkim ve savcılarla değiştirilmesi gerektiğini, aksi takdirde cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatının güvencede olmadığını söylemektedir!

Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı:

‘Son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan Fethullah Gülen cemaatidir, onlardan bilgi alan da, onlar adına konuşan da cemaatin adamlarıdır. Tarafsız basın mensubu, devletin polisi, savcısı numarasını artık kimse yutmasın, bu işler Emniyet ya da hukuk adına yapılmıyor, cemaatin planı ve programı doğrultusunda cemaatin talimatı ile gerçekleştiriliyor.’ demektedir.

Türkiye’de adaletin uzun zamandır çürümekte olduğunu, ama bu süreçte yok edildiğini belgelemekte, ve eklemektedir:

‘Böyle giderse iş adaletten çıkacak ve insanlar silaha sarılacak.’

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Bütün bu açıklananlar uzun bir süredir belli bir kesim tarafından net olarak bilinmekle birlikte, Hanefi Avcı’nın, bir emniyet müdürünün, uzun ve itibarlı bir kariyer sahibi bir güvenlik görevlisinin bu açıklamaları, Türkiye’nin her köşesinde yankılanmalı, ayrıntılarıyla bilinmelidir.

Yaygın medya 3 maymunu oynasa da bu kitabı, bu açıklamaları her Türk vatandaşının bilmesi sağlanmalıdır.

Türkiye tarihinin en tehlikeli dönemecindedir. Yedi Düvel’in önümüze sürdüğü bu referandumla ‘altın vuruş’ planlanmıştır.

Bu referandum oyunu, ABD damgalı bir cemaat ve bir terör örgütünün ASIL AMAÇLARINA ulaşmak için kullandığı bir arayoldur.

Asıl amaç, ‘Amerikan tipi islam’ ile halkın koyunlaştırılarak, başına her gelene kafa sallaması, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin küresel çetenin bir eyaleti olması, kukla Kürdistan’ın petrol ve maden havzasına kurdurulmasıdır.

Bu referandum değil, Hasan Demir’in deyişiyle FEDE/RANDUM’dur.

Türk devletleri asırlardır, binlerce oyunu BERTARAF ederek bugüne geldi.

Hanefi Avcı ve açıklamaları bir işaret fişeğidir! Bu açıklamalar ve belgeler, onun gibi her şeyi bilen ama susanlara konuşma gücü verecektir!

Ve 20 gün sonra, Türkiye’nin bekasına kastedenlere ‘HAYIR!’ denecektir.

ABD’ye ve içerdeki uzantılarına, Cemaate, PKK’ya, TESEV’e ve batının tüm sırtlanlarına İNAT!





Banu AVAR, 23 Ağustos 2010

Allah Cezanızı Versin!..

İSLAMCILIĞIN cıcığını çıkarttınız, Allah belânızı versin!.. Ben çoğunuzun o eski mücahitlik günlerini bilirim, ne nutuklar atıyor, mangallarda kül bırakmıyordunuz. Sonra mücahitlik postunu çıkardınız müteahhit oldunuz.

Müslümansan, hangi meşreb ve mezhepten olursan ol, mutlaka doğru ve dürüst olmak zorundasın. Siz yıllar var ki, doğruluk şişesini taşa vurup paramparça ettiniz. Allah bin kere belânızı versin!

Namaz kılıyor, günde onlarca defa Allah'tan sirat-ı müstaqime (doğru yola) kılavuzlamasını lisan ile niyaz ediyorsunuz ve hayatta tam tersini yapıyorsunuz.

Bre uğursuzlar!..

İslam'da devlet ve belediye bütçelerini hortumlamak var mıdır?

Rüşvet almak var mıdır?

Haram yemek var mıdır?

Her türlü emanete hıyanet etmek var mıdır?

Yalan söylemek, halkı aldatmak var mıdır?

Arsa ve arazileri yapılaşmaya açarak, binalara fazla kat çıkma izni sağlayarak haram komisyonlar almak var mıdır?

İhalelere fesat karıştırmak var mıdır?

Haram yollarla süper zengin olmak var mıdır?

Size beddua ediyorum. Allah belanızı versin!.. İki yakanız bir araya gelmesin!.. Haram servetlerinizi huzur içinde yiyemeyin emi!..

Müslümanların yüzünü kara çıkarttınız... Başınız belâdan kurtulmasın.
Mehmet Şevket Eygi-Milli Gazete

23 Ağustos 2010 Pazartesi

REFERANDUMA DOĞRU…

Ülke gündemi dâhili ve harici dayatmalarla allanıp pullanıyor, zemin ise son derece kaygan… Hedef ise vatanın bölünmez bütünlüğü ve ulus devlet…
12 Eylül’de bir referandum yapılacak ve Anayasa değişikliği halkın takdirine sunulacak. Ancak Anayasa taslağının içeriğinden söz eden pek yok.
Biz bu kısa söyleşinin ilkini Sayın Figen Özen ile yaptık, umarım keyifle okur ve dostlarınızla paylaşırsınız.
Sorular ve Yanıtlar:
Gazanfer ERYÜKSEL: Sizce bu Anayasa değişikliği neler içeriyor? Eğer üstü örtülmeye çalışılan değişiklikler varsa nelerdir? Gösteren gösterilen ilişkisinde durum nedir?

Figen ÖZEN: Sn. Eryüksel, bildiğiniz gibi ben hukukçu değilim. Ama Yargı’da, özellikle Anayasa Mahkemesi’nde yapılmak istenen değişikliklerin, Yüce Mahkeme’nin, iktidarın yararına kararlar verecek aile mahkemesi haline getirilmek istendiğinin farkındayım.

12 Eylül’de halkın oylarına sunulacak anayasa taslağının, Prof. Dr. Ergun Özbudun tarafından hazırlandığını ve bu konuda Türk halkı bilgilendirilmeden, ABD’den icazet almak üzere önce Amerika’ya daha sonra da AB ülkelerine gönderildiğini hepimiz biliyoruz.
Bu anayasa taslağı insan hak ve özgürlükleri temel alınarak hazırlanmamıştır. ABD ve AB’nin dayatmacı politikaları bu taslağın temel taşlarıdır.
Memura ve işçiye grev hakkı tanınmamakta ve sorunların Hakem Kurulu’nda çözülmesi öngörülmektedir.
Aslında var olan memur ve işçi hakları bu taslakta, daha da daraltılarak, Hakem Kurulu’nun insafına terk edilmektedir.
Gazanfer ERYÜKSEL: Referandumda tercihiniz “EVET” veya “HAYIR” ise nedenlerini söyler misiniz?

Figen ÖZEN: Sn. Eryüksel, sizin de çok iyi bildiğiniz bu taslak, doğrudan doğruya Cumhuriyet’in dönüştürülmesi ve Türkiye’nin bölünmesinin önünü açan bir yol haritasıdır.

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Size Anayasa’mızın 3. Maddesini aynen aktardım Sn. Eryüksel. Şimdi AKP Kurucular Kurulu kitabının 8. sayfasında yer alan bir başka maddeyi aynen aktarıyorum.

“Partimiz merkeziyetçi devlet anlayışından vazgeçilmesini öngörür.” Bu madde CFR’nin gönderdiği memorandumun gereği olarak tüzüğe de aynen alınmıştır. Bu Türkiye’nin eyaletlere bölünmesinin ve bir noktada Öcalan ve hempalarının “demokratik özerklik” dayatmasının kabulünün işaretidir.

Aynı kitabın 12 sayfasında ise” Partimiz, eğitim hizmetlerinin yerelleşmesinden ve özelleştirilmesinden yanadır.” denilmektedir.

AKP programına aldığı bu iki madde ile göz göre bir Anayasa suçu işlemektedir. Bu maddeler küresel patronların emriyle, BOP Eşbaşkanı’nın gayretleriyle Türkiye’nin bölünmesine doğru atılan adımlardır.

Ben bir vatanseverim. Tıpkı Mustafa Kemal gibi antiemperyalist Türk milliyetçisiyim. Her

Şeyden önce bağımsızlıkçıyım. Oyum elbette tereddütsüz “HAYIR” olacaktır.

Gazanfer ERYÜKSEL: Türkiye’nin yol haritası, “EVET” çıkarsa sizce nasıl şekillenecek, “HAYIR” çıkarsa nasıl?

Figen ÖZEN: İsterseniz bu sorunuza referandum neticesi “EVET” çıkarsa neleri engelleyemeyeceğimizi sıralayarak cevap vereyim.

Referandumda “evet” çıkarsa!

* Siz artık yabancılara toprak satışlarını engelleyemeyeceksiniz.

* Siz mayınlı arazilerin 49 yıllığına yabancılara kiralanmasını da önleyemeyeceksiniz.

* Siz Cumhuriyet’in dönüştürülmesini engelleyemeyeceksiniz.

* Siz Türkiye’nin başkanlık sistemine geçip eyaletlere bölünmesini de önleyemeyeceksiniz.

* Anglo-Amerikan sisteminin ülkeyi bölüp, “YUT”masını engelleyemeyeceksiniz.

* Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı olmasına rağmen, bir emperyalist proje olan eğitimin yerelleştirilmesini ve eğitimde “Eğitim Birliği Esası”nın yok edilerek ana dillerin kullanılmasına da ses çıkaramayacaksınız.

* Hatta içiniz yansa da, 82 Anayasası’nın “Değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez” maddelerinin, ayaklar altına alınıp paspas edildiğini görseniz bile başvuracak yüce bir makam göremeyeceksiniz.

* Türk kimliği, ülkenin milleti ile bölünmez bütünlüğü yok edildiği takdirde ses çıkaramayacak ve bunu engelleyemeyeceksiniz.

* Türkiye’nin Amerikan mandası olmasını, zaten emperyalist işgalin 1945 yılında başlamasıyla elinden alınan tam bağımsızlığının da yok edilmesini engelleyemeyeceksiniz.
YA ŞİMDİ İKİNCİ 12 EYLÜL'E HAYIR DERSİNİZ

YA DA BİR DAHA HAYIR DİYECEK TÜRKİYE BULAMAYACAKSINIZ!

UNUTMAYALIM BİZ 12 EYLÜL’DE TÜRKİYE’NİN VAR OLMA SAVAŞINI OYLAYACAĞIZ, KARARIMIZ “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” OLMALIDIR.


Gazanfer ERYÜKSEL: Sayın Özen, vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederim.

Figen ÖZEN: Ben teşekkür ederim.

Eski Newyork Büyükelçimiz Uyarıyor!

Referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, AKP tekrar iktidara gelmek
için istediği zemini hazırlayacak ve uzun dönemli hamlelerle ülkede
arzuladığı düzeni, denetime tabi olmaksızın, kurmaya devam edecektir.
Bu nedenle, referandum 2010 yılında yapılacak ama belki Türkiye'nin
2110 yılındaki yapısını etkileyecek sonuçları olacaktır.


Türkiye, Cumhuriyet döneminin en önemli yol ayrımına 12 Eylül 2010
sabahı varıyor. Halkoylaması, şeklen, anayasa değişiklikleriyle
ilgilidir. Ancak, 12 Eylül'de yapılacak oylama Türkiye'nin hayat
tarzı, toplumsal değerleri, siyaset anlayışı, dış ilişkileri, diğer
bir deyişle ülkemizin geleceğini yeni baştan belirleyecek bir sonraki
dönemin oylaması olacaktır. Diğer bir deyişle referandumda oylanacak
olan Türkiye'nin gelecekteki yapısı, kaderi ve uygarlık iddiasıdır.

Anayasa değişiklik paketinin içine başka unsurlarla süslenerek
konulmuş olan ve iktidar partisinin asıl hedeflediği bir nokta vardır
ki açık hedefi itibarıyla referandumun can alıcı noktasını
oluşturmaktadır. İktidar, paketin içine yerleştirdiği malum maddelerle
hukukun üstünlüğü yerine siyasi iradenin hâkimiyetini kurmayı
amaçlamaktadır. Yargı, özellikle Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek
yargı organları, bugün iktidar partisi tarafından icraatları önünde
birer engel olarak görülmektedir. Yargıyı da siyasi vesayet altına
alarak iktidar bilinen dünya görüşünü hayata geçirmek için mutlak
(denetime tabi olmamak anlamında) bir güce sahip olmayı
amaçlamaktadır. Demokrasimizin bekası bakımından bu yaklaşım yeterince
tehlikelidir.

İktidara güvenoyu meselesi

Ancak iktidar partisi referandumla daha da stratejik bir iddia
gütmektedir. Referandum tekrar iktidara gelmek için tasarlanmış bir
ara basamaktır. Paket bilinçli olarak birbiriyle ilgisiz maddelerden
oluşturularak vatandaş topluca "evet" ya da "hayır" oyu kullanmaya
mahkûm edilmiştir. Bunun demokratik seçim hakkıyla ilgisi yoktur. "Ya
benimlesin, ya benden değilsin" dayatmasıdır. 42 milyondan fazla
seçmenin belki sadece birkaç on bininin, o da yaklaşık olarak
anlayabildiği bir paket oylanacaktır.

Dolayısıyla, konu anayasa değil, iktidara güvenoyu meselesidir. Eğer
maksat daha iyi bir anayasa olsaydı, sadece birkaç yıl önce,
"Türkiye'nin ihtiyacı yeni bir sivil demokratik anayasadır!"
söylemiyle ortaya çıkan, hatta bir de taslak hazırlattıran bugünkü
iktidarın bu savına uygun hareket eder, "genel seçimlerden sonra yeni
bir anayasa" demesi gerekirdi. Oysa tamamen iktidarda tutunabilmek
saikiyle bir referandum tasarlanmıştır. Referandum sürecini Türk
mahkemeleri önünde süregelen çeşitli davalar ve Yüksek Askeri Şûra
toplantılarına paralel bir takvim içinde götürerek de kamuoyu Türk
demokrasisinin hem sözde "yargı vesayeti", hem "askeri vesayet"ten
kurtarılmakta olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. İktidar partisi
"askeri etkiden arındırılmış sivil demokrasi" ve "üstünlerin hukuku
yerine hukukun üstünlüğü" gibi kulağa hoş gelen, ancak Adalet ve
Kalkınma Partisi liderlerinin emelleri bakımından bambaşka anlamlar
taşıyan bu savlarla demokrasi ve özgürlük adına hareket ettiklerini
iddia etmektedir.

AKP'nin hedefi

Ne var ki, bu iddia AKP liderlerinin gerçek hedefini örtememektedir.
Artık gizlisi saklısı da pek kalmamış olan bu hedef, "laik değerlere"
değil, "inançlara" dayalı yeni bir toplumsal düzen yaratmak ve bu
farklı Türkiye için küresel planda yeni bir adres belirlemektedir. Bu,
"ikinci Cumhuriyet", "neo-Osmanlıcılık" gibi söylemleri çok aşan, laik
olmayan esaslara dayalı bir toplumsal yaşam, din ile devlet işleri
arasındaki çizginin kaldırılmış olduğu, "hukuk"un üstünlüğü yerine
"inanç" üstünlüğünün hâkim kılınacağı ve buna uygun bir dış
politikanın izleneceği bir düzenin özlemidir.

Demokratik özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar sözde kaldırılarak özel
alan konusu olan inanç uygulamaları kamu alanına taşınacaktır.
Türbanın üzerindeki bilinçli olarak gündemde tutulan siyasi tartışma
bu tasarımın kırılma noktalarından sadece birisidir. Bu sürecin
anlamı, Cumhuriyetimizin temelinde yatan ve laikliğin en kesin ifadesi
olan, egemenliğin bu dünyaya, insana ait bir kavram olduğunu ifade
eden "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin anlamını
yitirmesidir. Sürecin önü kesilmediği takdirde üreteceği sonuç ise
laik bireylerin hür iradesine dayalı bir ulus-toplum yerine,
cemaatlerden oluşan bir ümmet, laik ve eşitlikçi kuralların değil,
herkesin sorgulamadan kendini tabi saydığı dini esas ve normların
egemen olacağı bir toplum düzenidir. AKP sekiz yıl önce iktidara
geldiği güne göre bugün daha cesurdur ve daha fazla özgüvene sahiptir.
İlk dönemde AB trenine binerek çıktığı siyasi yolculuğun önemli bir
merhalesini, Avrupa ve Amerika'da kendisine uzun süre devam edecek
destek de sağlayarak tamamlamış, gerek kalmayınca da AB'ye katılma
hedefi "Avrupalılar bizi istemiyor" bahanesiyle bir kenara itilerek
trenden inilmiştir.

Çelişkiler yumağı

Bugün Türkiye bir çelişkiler yumağı, gerilim ve sevgisizlikle dolu bir
ülke haline gelmiştir. İç ve dış açılımlarla Türkiye içerde
kutuplaşmalara dışarıda ise belirsizliklere mahkûm edilmiştir. Ülke
ekonomisi zenginleşirken halkı yoksullaşmış, üniversite mezunu
gençlerin sayısı artarken iş bulamayanlarının sayısı büyümüş, kadın
hakları kâğıt üzerinde sözde düzeltilirken kadınlar eve, tesettüre,
çocuk yapma, töre ve kuma gibi çemberlerin içine sıkıştırılmışlardır.
Çocuklar ve gençler çağımızın ihtiyaçlarının çok gerisinde kalan
yetersiz bir eğitim sisteminin yükü altında ezilmektedirler. Etnik
köken, izlenen yanlış politika ve gelişigüzel açılımlarla,
birleştirici, zenginleştirici bir unsur olmaktan çıkmış, bugün
toplumsal gerginliklerin ana kaynağına dönüşmüştür. Çözüm üretmesi
gereken siyasetçiler ise ülke enerjisini kısır kavgalarıyla
tüketmekte, toplum psikolojisini tehlikeli bir biçimde bozmaktadırlar.

Dış ilişkilerimizde de iç dönüşüme bağlı olarak, AB ve Avrupa-Atlantik
camiasından bilinçli bir uzaklaşma, buna mukabil ağırlıklı olarak
Müslüman ülkelerle kararlı bir yakınlaşma politikası izlenmekte, dine
dayalı bir bakış açısıyla uyumlu bir dış politika ekseni
oluşturulmaktadır.

Sonuç:

Referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, AKP tekrar iktidara gelmek
için istediği zemini hazırlayacak ve uzun dönemli hamlelerle ülkede
arzuladığı düzeni, denetime tabi olmaksızın, kurmaya devam edecektir.
Bu nedenle, referandum 2010 yılında yapılacak ama belki Türkiye'nin
2110 yılındaki yapısını etkileyecek sonuçları olacaktır.

Türkiye, laik demokratik siyasi bir yapı, güçlü bir ekonomi ve
toplumsal barışla ve bu doğrultuda hazırlanıp hayata geçirilecek
yepyeni bir anayasayla 21. yüzyılın yükselen yıldızlarından biri
olmalıdır, olabilir. Bunu sağlayacak güç vardır. Bu güç vatandaşımızın
sağduyusudur. 12 Eylül günü yapılacak olan halkoylaması, ülkemizin
geleceğine sahip çıkmak için hayati bir fırsat, bu fırsatı doğru
değerlendirmek ise her birimizin tarihi sorumluluğudur.
Faruk LOĞOĞLU Emekli Büyükelçi

"EVET" DİYENLERE SESLENİYORUM

Ne bildiğimiz elbette önemlidir ama bildiklerimiz karşımızdakinin ne anladığıyla sınırlıdır, yani “anlaşıldığımız kadar bileniz” demektir.

Günümüz sorunu da budur; AKP’ye “Evet” diyenler ya da diyecek olanlar henüz tehlikenin farkında değil.

Onların bir suçu yok, çıkarları peşinde koşanları saymayın, Türkiye’de öğretim ve eğitim ortalaması ilkokul 3.4, Doğu’da bu oran daha da ürkütücü.

Bir şeyler yapmamız lazım, sesimizi insanlarımıza duyurmamız lazım, daha çok çaba göstermemiz lazım.

Ulaşabildiklerimiz bizi anlıyor, tehlikeyi görüyor ama ya ulaşamadıklarımız?

Tehlike büyük…

İstanbul soruşturması eliyle resmen istihbarat yaptılar ve ülkemizin Atatürk Cumhuriyeti’ne sahip çıkma azim ve kararlılığında olan aydın insanlarını takibe aldılar.

Soruşturmaya kenardan ya da köşeden takılan ADD gibi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi, bu derneklere destek veren iş adamları gibi herkesi takibe aldılar; iş hayatları, özel hayatları, mali kaynakları, bilgisayarları, banka hesapları, aklınıza gelebilen her şeyi izlemeye aldılar ve izliyorlar. Bu işin resmi kısmı, bir de resmi olmayanları var…

Kişisel kanaatimdir bu, bizim gibi düşünen tüm insanlarımızı izliyorlar, telefonlarını dinliyorlar, bilgisayarlarına girip araştırıyorlar, banka kayıtları, iş ilişkileri, özel ilişkileri, bir insanoğlu ile ilgili kişisel ve toplumsal yaşamının her parçasını izliyorlar.

Kurumları izliyorlar, TSK gibi, Yargıtay gibi, Danıştay ve Sayıştay gibi, hakim ve savcılar gibi, jandarma ve polis gibi, telefonlarını dinliyorlar, bilgisayarlarını izliyorlar, adım adım takip ediyorlar…

Bir devlet ve bir millet hakkındaki istihbaratı yapma gücü ne polis de var, ne asker de ne de MİT de, peki kim bunlar?

ABD-İngiltere ve İsrail yani CIA, MOSSAD ve MI 5, yani yabancı ülke istihbarat ajanları. Ama bunların gücü de sınırlı, nasıl erişecekler devlete ve millete?

İşte burada AKP siyaseti devreye giriyor ve devletin ve milletin kapılarını yabancı istihbarat örgütlerine açıyor, benim inancım budur. Devlet arşivleri yabancı ajanlara açık, bu demektir ki milletimizin tarihini didik didik edip inceliyorlar. Ne için?

Devlet kaynakları yabancı istihbarat örgütlerine açık, bu demektir ki TELECOM gibi teknik şirketlerin alt yapısını kullanıp bizi izliyorlar, korku değil bu yaşadığımız gerçek!

Sekiz yılda yapacaklarını yaptılar; insanlarımızın düşünce sistemine göre analizini yaptılar, gruplandırdılar, iş sahalarına göre ayırdılar, mali durumlarına göre sınıflandırdılar ve AKP siyasetine karşı çıkması olası potansiyel güç durumlarına göre etkisiz hale getirme çalışmalarına başladılar, İstanbul soruşturması bir örnek, ardında maliye var, gümrük var, vergi var, ihaleler var, satışlar var…

Sonuç; İnsanlar bir araya gelemez oldu, telefonla konuşamaz oldu, iktidar karşıtı tavır alamaz oldu, sivil toplum çatısı altında çalışma yapamaz oldu, bu çalışmalara destek veremez oldu, bu bizleriz, bizim gibi düşünenlerin hali bu.

Öte yandan iktidarı destekleyenler ise parasal güç oldu, siyasi güç oldu, makam ve mevki sahibi oldu, sadece kendileri değil yedi sülaleleriyle birlikte.

Bakınız Erdoğan’ın oğullarına, bir milyon liraya yani 750 bin dolara yalı almış ve fakir Erdoğan da bu yalıyı oğlundan kiralamış, tıpkı oğluna spor sahasında düğün yapıp, bu fakir halktan üç çuval altın toplayıp, kuyumcuya satıp, karşılığında 250 bin lira alıp, sonra da oğlundan bu parayı borç alıp iş yapması gibi, sürekli alıyorlar ve satıyorlar ve de kazanıyorlar.

Peki bu iş nereye kadar gider?

Referanduma kadar gider…

Bakınız HSYK’na, yine atama yapamaz oldular, AKP siyasetinin karşı çıktığı hakim ve savcı ataması yapamıyorlar. 12 Eylül referandumunda evet çıkarsa, yeni düzenlerinde artık AKP atayacak savcıları, hakimleri.

Bu gidişatın sonu uçurumdur, geri dönüşü çok ağır bedellere yol açacaktır, gerçeği görmezden AKP’li olsanız da gelemezsiniz.

Bizim zamanımızda bir şey olmaz demeyin, olan çocuklarımıza olacak, AKP’li de olsanız çocuklarımızın geleceğini tehlikeye atamazsınız.

Bakmayın siz PKK karşıtlığı laflarına, bunlar bir tuzak. AKP-PKK ittifakı çok yakında medya günlüğüne düşer, merak etmeyin, aynı yolun yolcusu bunlar. PKK’nın partisi seçimleri boykot edecekmiş, yalan bunlar, göreceksiniz DOĞU’da %90’lar düzeyinde evet çıkacak, kalan hayır oyları da biliniz ki cehaletten çıkacak.

Ya Alperenlere ne demeli? Ya milli görüşe ne demeli? Tehlikeyi görmüyor mu onlar da evet diyeceklermiş AKP siyasetine!

AKP siyasetine evet demek, Kıbrıs’ı Rumlara, Kerkük’ü Barzani’ye vermek demektir.

AKP siyasetine evet demek, Afganistan’a savaş için gitmek demektir.

AKP siyasetine evet demek, Azerbaycan’ı yok saymaktır.

AKP siyasetine evet demek, ülkemizi kardeş kavgasına sürüklemek, PKK’yı Doğu’da devlet içinde devlet yapmak demektir, bu mu milliyetçilik, bu mu milli görüş!

AKP’YE EVET DİYECEK OLAN KARDEŞLERİMİZE SESLENİYORUM.

Biz bu ülkenin sahibiyiz, AKP de bizim, CHP de bizim, MHP de bizim. Bu partilere oy veren insanlarımız bizim kardeşlerimizdir.

Burada anlatmak istediğimiz şudur; “AKP parti olarak bizim ancak izlediği siyaset olarak bizim değildir”. Bu siyaset bizim destekleyeceğimiz siyaset olamaz, çünkü bize hizmet etmiyor. ABD’ye ediyor, AB’ye ediyor, İsrail’e ediyor ama bize hizmet etmiyor. “Bize hizmet etmeyen bir siyaset bizim olamaz”.

Bugün söz konusu olan bir siyasi parti değildir, bize yabancı bir siyasetin bizim oylarımızı kullanarak vatanın birliği ve bütünlüğünü tehlikeye düşürmesidir, yani söz konusu olan vatanımızdır.

12 Eylül’de yapılacak referanduma siyasi partilerimiz için gitmeyeceğiz, vatanımız için gideceğiz ve bu siyasete DUR diyeceğiz, bu gidişata HAYIR diyeceğiz.

AKP siyasetini destekleyenler bir kez daha düşününüz, çocuklarınıza nasıl bir ülke bırakacağınızı bir kez daha düşününüz, çünkü bu yolun sonu uçurumdur ve bu uçuruma düşüp düşmemek elinizdedir, ama bu uçuruma biz değil çocuklarımızın düşeceğini unutmayınız...
Erdal Sarızeybek

22 Ağustos 2010 Pazar

Cumhurbaşkanına Açık Mektup

Sayın Cumhurbaşkanım,

Star Gazetesi yazarı Prof. Dr. Mehmet Altan; Size hitaben açık bir mektup yayınladı.

Bu mektupta, Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında ağır ithamlarda bulundu ve “Türk Ordusunun Başkomutanı” sıfatınıza işaret etti ve:

“ Birbiriyle çarpışıyormuş gibi görünerek bu toprakların farklı cephelerdeki masum çocuklarını öldürterek, mevcut pozisyonlarını sürdürmek isteyenlerin bu kanlı vodviline son vermenizi” istedi.

Diğer bir deyimle; Başkomutanı olduğunuz Türk Ordusu’nun PKK ile işbirliği yaptığını, danışıklı dövüş şeklinde masum çocukları öldürdüklerini ve böylece pozisyonlarını sürdürmek istediklerini iddia etti. Ayrıca, Türk askerini şehit eden bölücü teröristleri de, masum çocuklar sınıfına soktu.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Bugüne kadar Türk Ordusunu karalayan ve aşağılayan hiçbir yalan ve iftiraya cevap vermediğiniz gibi, kamuoyuna açık olarak yayınlanan bu ithama da cevap vermediniz.

Kendisini savunmak zorunda kalan üniformalı asker, söz konusu yalan ve iftiralara cevap verdiği zaman, aynı kişiler “ demokrasilerde asker konuşmaz” yaygarasını basıyorlar.

Asker sustuğu zaman ise; Bakın gördünüz mü “sükût ikrardan gelir” diyerek, çamur atmaya devam ediyorlar.

Bu çevrelerin kimlerle işbirliği yaptıklarını ve amaçları ile hedeflerini deşifre ede edebilmek için;

1. Zatıâlinize, Amerika Birleşik Devletlerindeki KUZEY AMERİKA KÜRT ULUSAL KONGRESİ (Kurdish National Congress of North America) isimli örgütün 20 yıllık toplantı tutanaklarının bir özetini EK-1’de ve belgelerden yapılan detaylı alıntılar ile kaynaklarını ise EK-2’de sunuyorum. Arzu edilirse, orijinal belgeleri de e-posta ile gönderebilirim.

Anılan örgüt mensupları: Birleşmiş Milletler, ABD kongresi, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı (Pentagon), Kanada Parlamentosu, Kanada Hükümeti ve Avrupa Birliği ile çok sıkı ilişkiler kurmuşlardır. Yoğun lobi faaliyetleri yürütmüşler ve hatta ABD Başkanı BUSH ile yuvarlak masa toplantısı bile yapmışlardır. Yeni Başkan OBAMA’ ya yazdıkları mektup da internet sitesinde bulunmaktadır.

2. Ayrıca, ünlü ve radikal Kürt aydını İbrahim GÜÇLÜ’nün; TARAF Gazetesi ile bu gazetenin genel yayın yönetmeni Ahmet ALTAN hakkındaki tespitlerini de EK-3’de arz ediyorum.

Söz konusu belgelerin tetkikinden de anlaşılacağı üzere, bölücüler açıkça;

Ø Lozan Antlaşmasından sonra Kürtlerin varlığının inkâr edildiğini ve Kürdistan’ın büyük bölümünün Türkler tarafından işgal edildiğini ve bu nedenle Lozan Antlaşmasını tanımadıklarını ilan ediyorlar.

Ø Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, tek Türk ulusuna ve tek Kemalizm ideolojisine dayalı olarak kurulduğunu iddia ediyorlar.

Ø Devletin kuruluş felsefesinin, Türkler ile Kürtlerin ve diğer etnik grupların çıkarlarını temsil etmediğini söylüyorlar ve kuruluş felsefesine karşı çıkıyorlar.

Ø Türk üniter ulus devleti içinde, Kürtler ile Türklerin birlikte yaşamalarının mümkün olmadığını iddia ediyorlar ve ulus devlete karşı çıkıyorlar.

Ø Devleti yeniden federal bir model içinde tanımlayan bir kimlikler anayasasının hazırlanmasını istiyorlar.

Ø Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını bağımsız devlet, federal ve konfederal devlet şeklinde tayin edebilmesi için referanduma gidilmesini savunuyorlar.

Ø Devletin kuruluş felsefesinin dayandığı Kemalizmi yok etmeden, Türkiye Cumhuriyetini yıkıp yeni bir devlet kuramayacakları nı bildikleri için “KEMALİZMİ YOK EDECEK BİLİMSEL PROJELER HAZIRLADIKLARINI” açıklıyorlar.

Ø Bu projeleri uygulamaya sokabilmek için, kamuoyu oluşturabilecek nitelikte akademisyen, köşe yazarı ve kanaat önderlerinden uygun olanları satın aldıklarını itiraf ediyorlar ve bu bağlantıları el-cep ilişkileri olarak isimlendiriyorlar.

Ø Ayrıca “son zamanlarda daha çok İslamcılaşan Türk hükümetine nüfuz edebilmek için Kürtlerin İslam’a katkıda bulunduklarını ve bazı İslami örgüt ve cemaatlerle işbirliği yaptıklarını” açıkça kayıtlara geçiriyorlar.


Sayın Cumhurbaşkanım,

Kendilerini 2nci Cumhuriyetçi olarak isimlendiren Mehmet ve Ahmet ALTAN kardeşlerin, arşivlerde kayıtlara geçmiş olan yazıları incelendiğinde, aynen bölücüler gibi;

Ø Lozan Antlaşmasına karşı çıkıyorlar.

Ø Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğe dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini kapsayan ve kaynağını Atatürkçü düşünce tarzından alan, devletin kuruluş felsefesine saldırıyorlar.

Ø Üniter devlet anlayışını reddediyorlar.

Ø Ulus devlet modelinin çağdışı olduğunu iddia ediyorlar.

Ø Devletimizin kurucusu Atatürk’ü ve Kemalizm anlayışını, hayâsızca yalan ve iftiralarla değersizleştirmeye çalışıyorlar.

Ø Cumhuriyetimizin yılmaz savunucusu Atatürkçü Türk Ordusuna ve mensuplarına, bıkmadan ve usanmadan saldırıyorlar.


Sonuç olarak; açıkça görüldüğü gibi, noktası ve virgülüne kadar %100 bölücülerin eylem ve söylemleriyle örtüşüyorlar. Nitekim bölücülerle yaptıkları bu işbirliği nedeniyle, Kürt aydınları tarafından aşağıdaki övgülere mazhar oluyorlar:

Ø “Ahmet Altan, demokrasi ve Kürt sorununda sözü dinlenen, Kürtler içinde idol olan bir yazardır.”

Ø “Taraf Gazetesi yazarı Ahmet Altan 19 Mart 2009 tarihinde APO VE MANDELA başlıklı bir yazı yazdı. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Ahmet Altan’ın yazısından esinlenerek, bugüne kadar cesaret etmediği bir şekilde Diyarbakır’daki kitlesel Nevroz toplantısında Öcalan’ın Kürtlerin Mandela’sı olduğunu ifade etti ve af edilmesini talep etti.”

Ø “Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, Türk Ordusunun kirli savaşına karşı cepheden ve cesurca tavır alıyor.”

Ø “Taraf Gazetesi, Kürt sorununun çözümünü önemli ve temel kıstas olarak ele alan bir gazetedir.”

Ø “Aralık ayının sonlarına doğru yaptığı AÇILIM TOPLANTISI ile Taraf kendisine “yeni bir yer tayin ediyor.”

Ø “Taraf Gazetesi bu toplantı ile bir düşünce kulübü kadar bir siyasi kurum gibi davrandığını da ortaya koydu”

Ø “Yasemin Çongar’ın Amerika geleneğinden gelmesi ve ilişkileri göz önüne alındığı zaman, Taraf Gazetesi bir siyasi parti ve oluşuma doğru evrimleşebilir.”


Açıkça görüldüğü gibi, 2nci Cumhuriyetçi ALTAN kardeşler ve yandaşları, bölücülerle işbirliği içinde Atatürk Cumhuriyetinin temellerini dinamitlemek için, Cumhuriyetin en güçlü kalelerinden birisi olan ve Başkomutanlığını yaptığınız Türk ordusuna hayâsızca saldırıyorlar.

Diğer taraftan, Kuzey Amerika Kürt Ulusal Kongresi’nin tutanaklarında da kayıtlara geçtiği gibi; bölücüler tarafından “son zamanlarda daha çok İslamcılaşan Türk hükümetine nüfuz edebilmek için Kürtlerin bazı İslami örgüt ve cemaatlerle işbirliği yaptıkları” anlaşılıyor.

Nitekim dini hassasiyetlerini ön plana çıkardıklarını iddia eden bazı kişi ve gazetelerin sürekli ve sistemli bir şekilde Türk Ordunu ve mensuplarını “DİN KARŞITI” olmakla itham ettikleri gözlenmektedir. Oysaki

Ø Nisa Suresi 116ncı ve 48nci, Kehf Suresi 26ncı, Şûra Suresi 21nci, Zümer Suresi 65nci, En’am Suresi 117nci ve Tîn Suresi 8nci Ayetlere Göre;

“…ALLAH KENDİSİNE ORTAK (ŞİRK) KOŞULMASINI ASLA AFFETMEZ VE O HÜKMÜNE HİÇ KİMSEYİ ORTAK ETMEZ”

Ø Mâide Suresi 99ncu, Ra’d Suresi 40ncı, Ankebût Suresi 18nci, Nahl Suresi 35nci, Şûra Suresi 48nci, En’an Suresi 107nci, Yûnus Suresi 49ncu, A’raf Suresi 6ncı Ve Sâd Suresi 86ncı ayetlere göre ise;

“…RESULE DÜŞEN, AÇIK BİR TEBLİĞDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.” ve Yüce Allah Peygamberimize “…O HALDE TEBLİĞ ETMEK SANA, HESAP SORMAK BİZE DÜŞER.” Demek suretiyle ;” KULLARININ İMANINI YARGILAMA HAKKINI SEVGİLİ PEYGAMBERİNE BİLE VERMEMİŞTİR.”

Yukarıda arz edilen ayetler hilafına, kendilerini Allah yerine koyarak Türk Ordusu mensuplarının imanını yargılamaya kalkanların, şirke girdiklerine ve bölücülerle işbirliği yaptıklarına veya en azından bölücülerin değirmenine su taşıdıklarına inanıyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Söz konusu şer odakları, ağızbirliği içinde;

Ø Türk Ordusunun yenildiğini,

Ø PKK’nın Türk Ordusunu hallaç pamuğu gibi attığını,

Ø Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı, bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinden geldiğini,

Ø Bu "kurumsal yapı"ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız gerektiğini ve yeni bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız olduğunu iddia ediyorlar.

Vatanını, vicdanını, bilimini ve kalemini satmış olanların ve bölücülerin ağzıyla konuşanların bu gibi iddialarına cevap olarak, Amerika Birleşik Devletlerinin en önemli düşünce kuruluşu “RAND corporation’un” bir raporunu EK-4’de sunuyorum. Bu rapora göre;

Ø Bölücü teröristlerle düşük yoğunluklu harp içinde olan 30 ülke inceleniyor.

Ø Değerlendirme kriteri olarak 50 faktör kullanılıyor.

Ø Değerlendirmede 1984–1999 yılları kapsanıyor.

Ø Sonuç olarak; bölücü terörle mücadelede 22 ülkenin yenildiği ve 8 ülkenin ise terörü yendiği ortaya çıkıyor.

Ø Türkiye, bölücü terörü yenebilen sayılı ülkeler arasında yer alıyor.

Ø Son yıllarda terörün azgınlaşmasının ve Türk Ordusunun elinin ve kolunun neden bağlandığının sebeplerini ise, ellerini vicdanlarına koyarak siyasi iktidarların değerlendirmesi gerektiği kanaatindeyim.


Bu ülkenin Milli İstihbarat Teşkilatı ile Emniyeti, Başkomutanı olduğunuz Türk Ordusunu takip ettiği kadar, ortalıkta ayan beyan dolaşan ve fütursuzca meydan okuyan şer odaklarını da izleyebilirse;

Ø Bölücülerle işbirliği içinde kurulan tezgâhları,

Ø Bunların yurtiçi ve yurtdışı bağlantılarını,

Ø Bu odakların arkasındaki finansörleri,

Ø Anılan şer odaklarının, halkın vergilerinden oluşan devlet bütçesinden bir şekilde beslenip beslenmediklerini ortaya çıkararak teşhir edebilirler diye düşünüyorum.



Sayın Cumhurbaşkanım,

Dünyanın hiçbir ordusu, Başkomutanı olduğunuz Türk Ordusu kadar yalana, iftiraya, hakarete ve aşağılanmaya maruz kalmamıştır. Yeryüzünde, terörle mücadele eden kahramanların terörist muamelesi gördüğü başka bir ülke yoktur.

41 yıl bu Silahlı Kuvvetlere onurla hizmet etmiş ve 70 yaşına yaklaşmış emekli bir asker olarak, Türk Ordusunun Başkomutanından, şer odaklarına karşı açık, net ve kesin bir tavır almasını diliyorum.

Saygılarımla.

Hikmet YAVAŞ (İZMİR)

hikmetyavas@ gmail.com

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Evetçiler Amerika kıtasında

Önümüzdeki hafta yani referandum öncesi ne hikmetse gene Washington yolları taştan diye, gidiş gelişler sıklaştı. Önümüzdeki hafta Dışişleri bakanlığı müsteşarı ABD başkentine geliyor. Biliyorsunuz Başbakanın adına konuşan mütercimi de New York’a geldi. İftar sofralarında geziyor. Tam da Obama’nın 2010 Ağustosu sonunda Irak’taki askerlerini çekmeye başlayacağını söyledikten sonra. Tam da Ankara’da bu konuyla ilgili üç gizli bakanlar kurulu kararnamesinin olduğu yolunda söylentilerin arttığı bir sırada. Tam da 30 Ağustos’ta TSK’ da yeni bir kadronun işbaşına geçeceği sırada.

Görüyor musunuz ne kadar çok tesadüf üst üste gelmeye başladı. Hatırlarsanız sizlere daha öneki yazılarımda bu kürt açılımı konusunda ABD’nin beşli planından söz etmiş ve bunlar arasında federal özerk kürt bölgesi kurulması ile taraflardan birinin de Birleşmiş Milletler olacağını yazmıştım. Ayrıca Toronto zirvesi sırasında alay olsun diye Erdoğan Obama’ya ültimatom verdi diye yazmıştım. O yazıda Financial Times gazetesinde altı çizilen maddeleri sıralamış ve o konularda Erdoğan’ın sert olarak uyarıldığını belirmiştim.

Gazete bir kelimeyi yanlış kullandı. “Ültimatom”. Devletlerin birbirine ültimatom verdikten sonraki adımı savaştır. Tabiî ki Beyaz Saray, bu kelimenin kullanılmadığını açıklayacak. Tabiî ki böyle bir gelişme yok diyecek. Ama Beyaz Saray ve ABD Dışişleri sözcüleri o konular görüşülmedi demeyeceklerdir ve demediler de. Ama bizim külhan tavırlı yetkililerimiz için en gam ne kasavet. Sallamadı gibi gösterdi ama benim aklımda hep aynı soru, acaba bu günlerdeki siniri, krizleri bu yüzden mi diye?

Farkındaysanız Recebim iyice düzledi artık. Sinirini ve heyecanını gizlemiyor. Herkese kızıyor, bağırıyor, anlamadığı bilmediği konularda pot üzerine pot kırıyor. Ama olsun, ona göre “o başbakan. O herkese hakaret eder ama kimse ona cevap veremez, herkesin soyunu sopunu sorar ama kimse ona soyunu sopunu soramaz”

Yahu aklıma gelmişken sorayım, şaka değil resmen soruyorum, Tayip Erdoğan bey, siz Türk müsünüz? Hiç bu güne kadar ağzınızdan bu konuda bir kelime çıkmadı. Mesela bizler ne olduğumuzu söylüyoruz. Neden siz söylemiyorsunuz? Bir yamuk durum mu var? Yoksa Başbakanlara bu soru sorulmaz mı?
Dikkat ederseniz ben referandum yutturmacasına bugüne kadar girmemeye çalıştım. Ama evet oyu vereceklere bir çift sözüm var; verecekleri oyla kardeşlerini, oğullarını, akrabalarını kalleşçe tuzaklarla öldüren bir terör çetesinin isteklerine de evet diyecekler. PKK Kandil’den resmen açıkladı, hükümetle anlaşmışlar. Terör örgütüyle anlaşan bir hükümet, resmen ordusunu yenik ilan etmiş demektir.

Evet diyenler, bu yüzden memleketin parçalanmasına da evet diyecek. Evet diyenler, Tayip beyin padişahlığına da evet diyecek. Evet diyen kadınlar, siz talep etmeden Atatürk tarafından verilen haklarınızı kaybedeceksiniz. Savunmaya bile yeltenmediğiniz Atatürk’ün verdiği özgürlükleriniz gidecek, kocalarınızın birden fazla kadınla evlenmesine de evet diyeceksiniz. Evet diyen kadınlar, hani Erdoğan döneminde sahip olduğunuz jeepleriniz var ya onu kullanamayacak, çarşıya tek başınıza çıkamayacak, kocanızın bir boş ol lafı ile kendilerini kapının önünde bulacaksınız. Recep bey size bu durumu ima etti zaten.

Erdoğan’a Evet diyecekler, yoksulluklarını da tescil ettirecek. Evet diyecekler, senede bir hükümetin lütfettiği ve ulufe gibi kurdurduğu iftar sofrasında görecekler normal bir insanın neler yemesi gerektiğini, sonra 360 gün el açacaklar. Evet diyeceklere son kez fikirleri sorulmuş olacak. Bundan sonraki seçimler Saddam’ın Irak’ta yaptırdığı göstermelik seçimlere benzeyecek. Her taraf Ampul olacak sadece renkleri değişik sarı, yeşil, kırmızı ampuller seçilecek başkada parti olmayacak.

Evet diyecekler Türkiye’yi yedi düvelden kurtaran Mustafa Kemal ve arkadaşlarından da kurtulmuş olacak ve artık ölene kadar kim kendilerine bir şey sorsa hep evet diyip hayır deme hakkını kaybedecekler. Allah kabul etsin.
Savaş Süzal
19/Agustos/2010

Bogazlarımızı isteyen Stalin'e Atatürk'ün Yanıtı

BÜYÜK ÖNDER ATATÜRK İŞTE BÖYLE BİR DEVLET ADAMIYDI... MANGAL DEĞİL, TÜRKİYE KADAR YÜREĞİ VARDI... ŞİMDİ YOKLUĞUNDA DİL UZATAN PISIRIK ŞEREFSİZLERE İTHAF OLUNUR...

Stalin'in Sovyetler Birliği'nin başında olduğu dönemler... Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat Karakan... 1917 Ekim Devrimi'nin yıl dönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyor. Bu demecinde aynen şunları söylüyor:
"Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan'ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum..."

Aynı gece Ankara'da Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu densiz demecinden haberdar oluyor ve maiyetine emrediyor:

"Arbaları hazırlayın gidiyorum."

"Paşamız bu saatte nereye gidecekler?"

" Sovyet Sefareti'ne."

Mahiyetin etekleri tutuşur çünkü olayı kavrarlar, içlerinden birisi Atatürk'e:

"Paşa hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz devlet başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?"

"Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları." diye cevap verir.

Büyük önderimiz ve arabalar hazırlanır. Atatürk ve maiyeti, Sovyet sefaretinin kapısına dayanır.

Ulu önderimiz yüzü asık bir şekide yukarı çıkar ve o sırada sefarette büyük bir balo vardır. Atatürk kendisini karşılayan Büyükelçi Karakan'ı görünce:

"Merhaba Karakan" der ve aynı sert ifadeyle devam eder. "Rahatsız ettik ama sen benim şahsi dostumsun, kusurumuza bakmazsın.. Bir hususu esasından anlamaya geldim."

"Emredin Sayın Başkan"

"Ajanstan öğrendiğime göre, başbakanınız Stalin, Ardahan'la Boğazları istemiş, kararı katiymiş...Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii ki bu nutkun da bir sureti sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım."

Stalin'in nutku getirilir. Atatürk metnin o kısmını yanındakilere kelime kelime tercüme ettirir. Nutuk ajanstan geçen metinile aynıdır. Atatürk sorar:

"Karakan, sefaret telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın. Bu beyanatından vazgeçip geçmediğini sorduracaksın. Başbakanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bu gece gelecek çünkü benim senin başbakanından daha önemli kararım var. İstediğim cevabı almadan sefaretinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim..."

Karakan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Atatürk'ün söylediklerini aynen nakleder. Stalin'den gelen cevap büyük önderimizi tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir. "Stalin sürçü lisan eylemiştir. Boğazlar'la Ardahan'ı almak gibi bir arzusu katiyetle yoktur..."

Atatürk cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karakan'a hitaben "Karakan seni geri çağırırlar veyaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et."

Karakan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemen sonra bir telgrafla geri çağrıldığını açıklayarak: "Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile kafidir ancak memleketinizdeki vazifem sona ermiştir. Yarın hareket edeceğim."

Atatürk fazla ısrar etmez ve Çankaya'ya döner. On gün sonra şöyle bir haber gelir. Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Karakan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir.

Osmanlı padişahları hıristiyan mıydı?

AKP'nin tepesindekiler; her işi hallettiler de artık milletin soyu ile uğraşmaya başladılar. Tabii bu işte Melih Gökçek geride kalır mı? O da Kemal Kılıçdaroğlu'nun anası üzerinden soy araştırması yapıp işin içine Ermeniliği soktu.
Rıza ZELYUT

İnsanların kökenini araştırıp buradan kötüleme yapanlara bütün dünyada faşist denilir. Bu dünyadaki her millet, bir diğeri kadar değerlidir, şereflidir. Ama her kişinin bir milliyeti de vardır. Ben Kemal Kılıçdaroğlu'na şaşırıyorum. Kendi soyuna çamur atan bu adamlara iki kelime ile doğru dürüst cevap vermiyor diye.
Durum ortada: Kılıçdaroğlu ailesi; Horasan Erenleri dediğimiz Anadolu'yu manevi anlamda fetheden erenler soyundan. Dip dedesi Seyyit Mahmut Hayrani bir Türkmen ereni. Horasan'dan Konya -Akşehir'e yerleşen ailenin bir kolu, 1514 Çaldıran Savaşı'ndan sonra Alevi Türkmenlere yönelik Osmanlı baskısı yüzünden Tunceli bölgesine kaçmış. Herhalde saygın bir aile aranıyorsa; onunkinden ileride başka bir soy bulmak çok zordur..
İyi de Kılıçdaroğlu bunu bile söylemekten niçin çekiniyor? Bu kadar tevazuu eylerse, birileri de gerçek sanabilir...
BİRAZ OKU DA KONUŞ
Eğer analara bakarak, insanların kimliğini belirlemek mümkün olsaydı; o zaman Osmanlı padişahlarının büyük bölümünü biz Hıristiyan padişahlar olarak anacaktık. İnanmayan var ise, Necdet Sakaoğlu'nun araştırması olan 'Osmanoğulları'nın Ünlü Kadın Sultanları' isimli kitaba bakabilirler. Buradan öğreniyoruz ki:
Sultan 1. Murad'ın anası Holifera (Nilüfer) bir Rum kızıydı. Bu kadın; Orhan Bey'le evlendikten sonra da dinini değiştirmedi ve Hıristiyan olarak kaldı. Ne diyelim şimdi? Büyük zaferler kazanan 1. Murad, anası Hıristiyan diye Türk ve Müslüman sayılmayacak mı?
Yine Osmanlı Devleti'ni ikinci kez kurmuş sayılan Çelebi Mehmet'i ele alalım. Bu sultanın anası olan Despina Hatun da bir sırp kızıydı. Despina; Hıristiyan olarak kaldı. Böyledir diye Çelebi Mehmet Hıristiyan mı?
Fatih Sultan Mehmet gibi çağlar açan bir büyük sultanın anası Hüma Hatun'un da Stella isimli İtalyan bir Hıristiyan cariye olduğu söylenmektedir. Ne yapalım Melih Bey; Fatih Sultan Mehmet'i de mi anası Hıristiyanmış diye karalayalım?
Yine Yavuz Sultan Selim'in anası olan Aişe Gülbahar Hatun da Maçkalı bir Rum papazın kızı idi. Haydi Yavuz Sultan Selim'e de laf söyleyin Melih Bey...
Ya dünya imparatoru Kanuni Sultan Süleyman? Onun anası Hafsa Hatun da bir Hıristiyan cariye idi... Kanuni'yi de mi Hıristiyan ilan edip kötüleyelim?
2. Selim'in anası Roxelana -Hurrem Sultan'ı bilmeyen yoktur. Anası Ukraynalı Hıristiyan diye 2. Selim'i de mi çöpe atalım?
Geridekileri saymaya gerek kaldı mı?
Görüyorsunuz ki Osmanlı ailesinin baş kadınları genellikle Hıristiyan olmuş. Hal bu iken geçmişte kimse bu işi tartışma konusu yapmamış. Bizim atalarımız; aldıkları Hıristiyan eşin eski dininde kalmasına bile göz yumabilmişken bugün, kendisini gelişmiş, bilgili, demokrat sananların, 700 sene önceki Osmanlı atalarımız kadar hoşgörülü olmadığını görüp de üzülmemek mümkün müdür?
Siyaset adına kendi tarihine bile kara çalmak durumuna düşen Melih Gökçek gibileri kınıyorum.
Konuşmalarına ve tavırlarına bakın da siz söyleyin: Kılıçdaroğlu nere, Melih Gökçek nere?...

KÜRTLER EVET DİYECEK
Daha önce; Kürtçü parti BDP'nin referandumla ilgili olarak aldığı boykot kararının AKP'ye yarayacağını yazmıştım. Artık anlaşılıyor ki; AKP ile Kürtçü/Kürdistancı kadro anlaşmış. Bunu; PKK'nın şu andaki yöneticisi Murat Karayılan'ın, PKK çizgisindeki Fırat Haber Ajansı'na yaptığı son açıklama da gösterdi.
Terörist Karayılan, açıklamasında özetle diyor ki: 'Devlet, önderliğimiz (Abdullah Öcalan) ile görüşme talebinde bulundu ve ondan ateşkes istedi. Aslında Öcalan aradan çekilmişti ama bu istek üzerine yeniden devreye girdi bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize (dağdaki PKK'lılara) mesaj gönderdi.'
Görüyorsunuz ki devleti yöneten AKP iktidarı, terörist başı Öcalan'dan rica ediyor, o da lütfen ateşkes için adamlarına emir veriyor.
Böylece referandum öncesinde AKP ile PKK arasında bir siyasi bağlantı kurulmuş oluyor.
Bunun böyle olacağı zaten belliydi. Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı tam 85 yıldır Kürtçülerle gericiler işbirliği yaparak bir savaş yürütmektedir. 12 Eylül'de bu hükümetin dayatması olan anayasa değişikliğine evet diyecek olanlar! Sizler, teröristbaşı Öcalan'a yalvarıp ondan silahları hiç olmazsa referandum sonrasına kadar susturmasını rica edenlere evet diyeceksiniz. Mideniz kaldırıyorsa buyurun, efendim...
Rıza ZELYUT

19 Ağustos 2010 Perşembe

Referandum Üzerine Düşünceler Cevdet Coşkun

Bilindigi gibi, George Soros’un Türkiye uzantısı “Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı”nın (TESEV) hazırladığı 24 Haziran 2010 tarihli “Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler” başlıklı raporda, “Türk” isminin Anayasa’dan tamamen çıkartılması, “Türk milleti”, “Türk devleti”, “Türk vatandaşı”, ve “Türk kültürü” gibi ifadelerin kullanılmaması istendi ve yerine de “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” ibaresi konulması tavsiye edildi. Raporda ayrıca, “Türk milleti” yerine de “millet” sözcüğünün kullanılmasının yeterli olacağı vurgulandı.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı, Türklüğü öven hadisleri de “Peygamberimizin Çağımıza Mesajları” adlı çalışmadan çıkarttı. Bilindigi gibi, Polis Akademisi öğretim üyeleri de geçtiğimiz haftalarda hazırladığı bir raporda vatan sathında yayılı olan “Ne mutlu Türküm Diyene” yazısını, terör örgütüne katılımların önde gelen sebebi olarak göstermişti.

Türk olmayi içine sindirememis ve Ne Mutlu Türküm demeyi bile terör örgütüne katılımların sebebi olarak gören ve Mecliste 2 binden fazla yolsuzluk dosyası bulunan bir zihniyetin hazırlamış olduğu anayasa değisikligine "Evet" demenin ne kadar doğru olacağını takdirlerinize sunuyorum. Herşeyden önce Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın bir kısmını meclisin ve diğer kısmını da doğrudan cumhurbaskanının seçecek olmasını, adalet felsefesine ne kadar uygun düşeceğini düsünmenizi istiyorum.

Öte yandan yapılacak değişiklikle suç isledikleri gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan bir partinin üyelerinin meclise yeniden dönmesini sağlayacak maddenin anayasa taslağında yer alması hangi adalet ilkesiyle bağdaşır anlamak mümkün değildir. Sırf kapatılan Kürtcü partinin genel baskanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un meclise yeniden girebilmesi için,Kürt vatandaşlarımızın oyunu alabilmek gayesiyle böyle bir hükmü yemleme olarak anayasa taslağına koyduklarını düşünsek bile, yukarda izaha çalıştığımız, Türklüğü sadece anayasamızdan değil hayatın bütün sayfalarından çıkarmaya yönelik çabalarını gördükten sonra, bunun artık oy almağa yönelik bir çaba değil, doğrudan ülkemizin milli birliğine ve üniter yapısına yönelik bir eylem olduğunu düsünmekteyiz.

Görüldüğü gibi değişiklikler sadece yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesini vesayet altına almakla kalmıyor aynı zamanda devletin üniter yapısını da değiştiriyor. Bu değişiklikle devletin şirazesi yerinden oynatılıyor ki, eğer halkımız bunun farkına varmaz ve evet oyu verirse, ilerdeki yıllarda ülkemiz bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. O nedenle çok geç kalmadan, vatandaşımız önüne gelen sandığa bilinçli gitmek zorundadır.

Bu anayasa değişikliği ile parti kapatmayı kendi denetimlerine almak,hakimler ve savcılar kurulunun yapısını değistirmek ve kendi güdümlerine almak,anayasa mahkemesine kendi yandaşlarını tayin ederek yüce hahkemeyi ele geçirmek istemektedirler. Bu değişiklikler referandumdan geçerse ülkemiz faşizme gider. Hukukta yüksek yargı güvencesi ortadan kalkar.İktidar yargının tümüne hakim olur ki, bu durum vatandaşımızı bir partinin boyunduruğu altına alır. Zaten kör topal çalişan demokrasimiz büsbütün ortadan kalkar, sadece lafta kalır.

Bütün bu nedenlerle bu günden itibaren Turkiye Cumhuriyetinin onurlu bir bireyi olarak yaşamak isteyen herkes AKP’nin oynuna gelen insanımıza bu gerçekleri bıkmadan, usanmadan anlatmalıdır!

Bu değişiklikler referandumdan geçerse, asıl değiştirilecek maddeler, milletin önüne daha sonra getirilecektir. Kapanma ve yargılanma koşulları mevcutken bu zulümleri yapan iktidar, yargılanma korkusu kalmazsa ne yapmaz? Anayasa degisikligi mecliste iki bine yakin dava dosyası olan bir partinin milletvekillerince hazırlanmıştır. Bu değisiklik, kendini yargılayacak hakimleri kendilerinin seçmesi gibi bir garabeti de beraberinde getirmektedir.
Yandaş basın ve CİA+Soros kalemlerince toplum hafızasına kazınmaya çalışılan Federasyon alıştırmasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Referandumdan evet çıkarsa artık Federasyon önünde bir engel kalmayacak. Zaten “vatana ihanet” diye bir yargılama da yapılamayacaktır.
Anayasa Referandumunun Ramazan ayını müteakip, hemen Bayram ertesinde yapılması, daha önceki seçimlerde olduğu gibi bütün hesaplarını sadece yoksul halkı kandırmaya yönelik yapan AKP nin bir oyunudur. Şimdi seçim arifesinde Ramazan boyunca kurulacak iftar çadırları ve dağıtılack erzak poşetleri cahil ve yoksul halkın kolayca avlanmasına neden olacaktır. Gercekte vatansever olduklarından hiç kimsenin kuşkusu olmadığı bu vatandaşlarımızın bir şekilde uyarılması ve referandumun devletin bekasına ve millli bütünlüğümüze yönelik etkilerinin neler olacağı anlatılmalıdır.

En basitinden, getirilen bir maddeyle, ülkemizde bölücülük yaptığı için kapatılan partilerin meclis uyeliği düşen milletvekillerinin bu değişiklikle yeniden meclise dönebilecekleri anlatılmalıdır.


Güzel ülkemin onurlu vatandasları, bu hükümet senin varını-yoğunu sattı. Seni kendi ülkende yabancıya hizmetkar yaptı. Yıllardır oluşturduğun birikimlerin, stratejik fabrikaların ve önemli limanların satıldı ve buna rağmen de borcun arttı. Sen fakirleştin, kendileri zenginleşti. Utanmasalar sözde Ermeni soykırımını da tanıyacaklar. Ermeni canilerin Türk Kadınlarına tecavüz ettiği Van/Akdamar adasındaki kiliseyi senin cebinden tamir ettiler. Yetmedi, ayine açıyorlar. Bu senin onuruna, namusuna yapılan bir hakaret değil mi? Anayasadan Türk adını çıkaracağız dediler. Türk’e duydukları bu husumet sana bir şey anlatmıyor mu?

AKP bütün uygulamaları ile emperyalist güçleri denize döken isimlerden ve değerlerimizden intikam alıyor. Bu durum hükümetin kimin adına görev yaptığını izah etmiyor mu?

İşçiye, çiftçiye, hayvancılık yapanlara, memura, hakkını arayan öğrenciye copları ile saldıran hükümet PKK’ya niye bu kadar hoş görülüdür? Herkese mahalle ağzı ile cevap veren Başbakan, PKK’nın sivil uzantılarının tehditleri ve hakaretlerine, küfürlerine niye cevap vermiyor? Bunlari bir sorgulayin kafanizda.

Bu anayasa değişikliği Türk Milletine giydirilmek istenen ateşten bir gömlektir. Ya “evet” deyip bu gömleği giyeceksin, ya da “yeter” deyip bu gömleği yüzlerine fırlatacaksın.

Kaderini senin oyların belirleyecek, bu tarihi bir sorumluluktur, UNUTMA!!..

Cevdet Coşkun

Demokrasi Üzerine Düşünceler Cevdet Coşkun

Demokrasi üzerine bugüne kadar çok sey yazılmış ve çizilmistir. Demokrasiyi herkes farklı farklı tanımlamıştır. Kimisi demokrasiyi sayısal çoğunluk olarak görmüş, kimisi de demokrasiyi şarlatanların,ve ağzı güzel laf yapanların halkı aldattığı bir rejim olarak görmüstür.

Demokrasi nedir ve demokrasiden ne anlamaktayiz? Çoğumuzun aklına şu gelecektir. Demokrasi uluslararası bir kavramdır ve demokrasinin milliliği olamaz. Dünyanın neresine giderseniz gidin demokrasiden anlaşılan şey halk çoğunluğunun temsilcileri vasitasiyla kendisini idare edecek kişileri seçmeleridir.

Demokrasi sadece bu mudur? Yani halkın önüne bir sandık konacak ve halk seçim günü geldiğinde sandık başına giderek kendisine sunulan kişileri onaylamak mıdır demokrasi. Yoksa hayatımızın her alanında, aile içindeki davranışlarımızdan tutunuz, okulda, işyerinde, yaşadığımız her alanda uygulamamız gereken bir kavram mıdır?

Her milletin tarihinden gelen bilgi birikimi, kültürü, dini inançları gibi etkenlerden oluşan bir demokrasi bilinci vardır. Bu her millet ve kültürlerde farklı farklı oluşumlara neden olmuştur. İste Milli Demokrasi dedigimiz şey aslında budur. Kendi milli değerlerimizden oluşan Türk kültürü ve inançlarının, aile yasantısından, kamunun bütün alanlarına kadar yansıyan bir yaşam biçimidir.

Doğal olarak demokrasi dediğimizde ilk aklımıza gelen şey, halkın kendini idare edecekleri seçmesidir. Şimdi ülkemizdeki manzaraya bir göz atalım.

Gerçekten halkımız kendini idare edecekleri seçebiliyor mu? Yoksa seçim günü geldiğinde sandık başına gidip, önceden parti genel başkanlarının belirlemiş olduğu listeyi mi onaylıyor. Başka bir ifadeyle halkımız, ben çevremde yasıyan, benim kültürümü, örfümü, adetimi, geleneklerimi özümsemiş, çalıştığı alanda kendisini isbat etmis, dürüst, inançlı ve mecliste de kendisini gerçek anlamda temsil edebilecek yetenek ve gücte gördüğü bir kimseyi seçebiliyor mu, yoksa önüne parti genel başkanlarının koyduğu ve içinde asla onaylamıyacağı kişi veya kişilerin de bulunduğu listeye mi oy veriyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, halkımız istemiyerek kendi onaylamadığı kişilere de ister istemez oy veriyor ya da oy vermek zorunda bırakılıyor.
Partiler yasasında ön seçim şartı bulunmasına ve ön seçimin nasıl yapılacağına dair hükümler bulunmasına rağme, parti genel başkanları bu hükmü deliyor ve ön seçimsiz, parti üyelerinin görüşlerine itibar etmeksizin kendi belirlediği adayları millete onaylattırıyor.
Şöyle demek mümkün. Ben basbakanı seçiyorum. Başbakan da doğal olarak kendi çalışma arkadaşlarını belirliyor. Bunun ne sakıncası olabilir?

Bunun en büyük sakıncası, emperyalist güçlerin kendi istedikleri adamı demokrasi görünümü altında halkımıza seçtirmesi ve sonra ona dilediği şeyleri yaptırmasıdır.
Eğer ön seçim olur da, halk bir de dar bölge içinde kendi adayını yukarda belirttiğimiz öçülere göre belirleyip meclise gönderirse, o takdirde emperyalist güç daha çok kişiyi satın almaya uğraşacaktır ki, bu da hemen hemen imkansız gibi bir şeydir.
Burada aklımıza gelen şu var. Halk doğru kişiyi seçebilir mi? O yetenek halkımızda mevcut mu? Bazıları pazardan kavun seçerken bile keleğini seçiyor, milletvekilini seçerken o göreve layık olanı seçebilir mi?

Yazının başında demokrasinin şarlatanların ve ağzı güzel laf yapanların rejimi olduğunu iddia edenlerin bulunduğunu söylemiştik. Gerçekten de halkın seçimde aldanmasının önüne geçmek mümkün mü?

Tabii burada konu halkın bilinçlenmesine ve eğitimine geliyor. Eğer halk ülke sorunlarına karşı bilinçsiz ve duyarsız ise, bir takım dernek ve tarikatlarda beyni belli dogrultularda yıkanmışsa, olayları irdelemek ve sorgulamak yerine, kendine ezberletilenler doğrultusunda, sloganla düşünmeye alıştırılmışsa, doğal olarak sandık başına etki altında kalarak gidecektir.

Bilindigi gibi tarikatlar, şeyhler ve ağalar demokratik rejimin baş düşmanıdır. Buralarda insanların beyinleri belli doğrultularda daha küçük yaştan yıkandığı için, sandık başına giderken kendilerine ezberletilen doğrultuda giderler ve oylarını, tarikat liderinin, şeyhin ya da ağanın gösterdiği şekilde kullanırlar.

Zaten emperyalist güçlerin tarikat liderlerini, şeyhleri ve ağaları maddeten ve manen destekleme amacı da budur. Bizler tarikatlerin dinimizi doğru öğretilmesi amacıyla ortaya çıktığını sanırız. Hiç birimizin aklına, onları egemen güçlerin ve emperyalistlerin dilediklerini yaptırmak için kurdurdukları ve destekledikleri aklımıza gelmez.
Örneğin Osmanlı imparatorluğunun yıkılışında ilk isyanları başlatan Arap şeyh ve emirlerinin arkasında o zamanın emperyalist gücü İngilizlerin olduğunu hiç düşünmeyiz ya da bize bunu düşünme fırsatı verilmez.

Buradan da anlaşılıyor ki, demokrasinin yerleşmesinde en büyük engel, tarikatler, şeyhler, ağalar ve dini siyasallaştıran siyasilerdir.
O halde halkımızın yapacağı tek şey var. Kendisine, dini inançlarını okşayıcı tarzda hitap eden çığırtkanlara kuşkuyla bakacak, neden benimle Allah arasına girmek istiyor diyerek kafasında sorgulayacaktır.

Demokrasiyi ,daha doğru ifadeyle halkın doğru karar vermesini engelliyen bir başka konu da halkımızın yoksul kesimine devlet ve belediyeler aracılığıyla dağıtılan yardımlardır. Halkmız bu yardımın millet parasıyla oluşan hazineden değil de doğrudan iktidardaki partiden geldiğini düşünmektedir.
Nitekim ileri ülkelerde yoksul vatandaşlara dağıtılan her türlü yardım devlet ve belediyeler eliyle değil, Özerk kurumlar aracılığıyla dağıtılmaktadır. Hatırlanacağı üzere üniversite öğrencilerine burs ve yurt sağlayan Kredi ve Yurtlar Kurumu, hükümetin emrinde olmayan özerk bir kurumdu. Demokrasinin iyi işlemesi için bu kurumun yeniden işler hale getirilmesi ve yoksul vatandaşımıza dağıtılan erzak,yeşil kart ve benzeri yardımların da özerk kurumlarca dağıtılması anayasa hükmü haline getirilmelidir.

Yazımı bir anekdotla bitireyim: Bir tanıdığım, o bölgede tarikat öncülerinden biriydi. Bir seçim arifesinde kendisine hangi partiye oy vereceklerini sordum. Yanıtı şu oldu: “ biz seçim sabahı saat 04.00’e kadar hangi partiye oy verecegimizi bilmeyiz. O saatten sonra bütün mensuplarımıza emir gelir ve saat sekizde o doğrultuda oyumuzu kullanırız”

İşte iradesini başkasına teslim etmiş bu seçmen tipi demokrasinin en büyük düşmanıdır.Doğru veya yanlış, kendimiz karar verelim, sandığa giderken kendi partisi içinde demokrasi uygulamayana ve en azından ön seçim yapmayana oyumuz yok diyelim.

Cevdet Coşkun