Sayfalar

9 Ocak 2011 Pazar

YENİDEN KURTULUŞ İSTEYENLER BİRLEŞİN









Vatanın bu günkü durumuna içi yanıp düzeltmek isteyen Partilere








Bakıyorum durmadan yeni partiler ortaya çıkıyor. Seçim yapıldığında,halkımız hangisine oyunu vereceğini şaşıracak, oylar yine AKP ye gidecektir. Çünkü onun maddi ve manevi bakımdan arkası çok kuvvetli .


Ben bir siyaset insanı olmadım. Bu demek değidir ki, siyasetten uzak kaldım. Devrimimizi başından bu güne kadar izleyen, neyin yanlış, neyin doğru olduğunu düşünen bir insanım. Gençlerimiz ve halkımız kuran kursları ve İmam hatiplerle dinli dinsiz, türbanlı türbansız diye ayrıldı. Töre cinayetleri aldı yürüdü. Korkunç bir şekilde iç savaşa doğru gidiyoruz. Dışarıdakiler de bunu dört gözle bekliyor ve olması için ellerinden geleni esirgemiyorlar. İçimizdeki hainler de onlardan aşağı değil. Bunları görmemek için artık kör olmak gerek.


Peki ne yapalım? Herkes bunu soruyor. Ben de sordum ve soruyorum hep. Sonunda kendime göre bir çözüm yolu buldum.:


Kanımca şimdi ayni siyasal düzeyde olan, yani ülkenin laik, bağımsız ve Atatürk'ün ön gördüğü bir ülke olmasını candan isteyen partiler birleşmeli. Başkanlardan bir milli konsey teşkil edilmeli. Hiç biri ben baş olacağım hevesine düşmemeli. Bu konseyin üstünde onu denetleyen Sayın Necdet Sezer veya Sabih Kanadoğlu gibi dürüstlüğü ile tanınmış birisi olmalı. Konsey üyeleri daha başından mal varlıklarını açıklamalı. Açık bir program hazırlanmalı. Konsey üyeleri arasında yapılacak işler bölünmeli ve sıkı bir işbirliği arasında çalışılmalı. Borçlar nasıl ödenecek, varlıklarımız nasıl değerlendirilecek, milli eğitimimiz nasıl düzenlenecek, açıklanmalı. Demokrasiye karşı yapılan kanunlar düzeltilmeli. En önemlisi Prof.Yaşar Nuri gibi din adamlarımızdan dinimizin doğru anlaşılması için yaralanılmalı. Halkımız İmam Hatiplerde ne yazık ki, cahil yetiştirilen din eğitmenlerinin elinde dinle ilgili olmayan yalan yanlış bilgilerle eğitiliyor. Bütün bunları göz önüne alacak, böyle bir partinin veya kuruluşun seçimi kazanacağından kuşkum yok. Seçim kazanılıp bir devre Atatürk'ün önerdiği ve ülkemizin şartlarına göre devlet rayına oturtturulduktan sonra ikinci veya üçüncü devrede isteyen partisini alıp kendi başına siyasetini yürütebilir. Bunlar hangi partiler olabilir? Laikliği pek anlamayan ve çeşitli yolsuzluklarla kirlenmiş partiler olamaz. . Yeni kurulan ve ya yalanla, hırsızlıkla kirlenmemiş ve ayni çizgideki partiler olmalı. İşçi Partisinin böyle bir kuruluşa katılacağını zannediyorum. Hak ve Eşitlik Partisi, Tuncay Özkan'ın, Mümtaz Soysal'ın partileri ile CHP olmalı, CHP Ben yalnız gireceğim seçime derse kazanmasına olanak olmadığını anlaması gerek. Abdullatif Şener'in kurduğu parti de buna katılabilir. Çünkü o gerçek imanlı dürüst bir kimse olarak görünüyor. Bu partilerin bunu kabul edip etmeyeceklerini bilmiyorum. Herkes, ben ondan üstünüm, derse olamaz. Ama Kurtuluş savaşı zihniyetiyle vatanımızın bugün buna ihtiyacı var, düşüncesiyle kalkışılırsa olur.



Saygılarımla.



Muazzez İlmiye Çığ



15.12 2010



Sevgili Muazzez Hanım,

Biz gerçek vatanseverlerin uykularının kaçtığı bu günlerde,birbirimize kenetlenmemiz şart. devamlı işlediğim bu gerçek çok önemli, muhalefet partilerine de çığlık çığlığa bu tezi öneriyorum.Birleşmeleri şart, ne acıdır ki kimsenin umurunda görünmüyor, gidişat gerçekten çok kötü, yakında başlarının üstünde bir parlemento bile bulamıyabilirler. Yalnız sizinle paylaşıyorum bu duygularımı. Gönderdiğiniz ,iletiyi hemen dünya ile paylaşıyorum. Çok teşekkür ederim.Esen kalın,sonsuz sevgi ve saygılarımla.


Cevdet Coşkun





















BÖYLE BİR ÜLKE OLAMAZ

 




 
 

BÖYLE BİR ÜLKE OLAMAZ/ Can PULAK

     Bir ülke düşünün, seçimlerle tek başına iktidara gelen parti, ülkenin çivilerini söküyor, aklına eseni yapıyor, devleti tepeden tırnağa değiştiriyor.

 

     Üyelerinin Parlamento'da ettiği sadakat yeminini filan hikaye… O yemine uymamak için ne mümkünse yapıyor. Anayasayı, işine gelmeyen yasaları dilediği biçimde değiştiriyor. Tüm kurumların kurallarını altüst ediyor. Ne Ordu kalıyor, ne yargı kalıyor, ne basın kalıyor, hepsini tanınamayacak hale getiriyor. Kim karşıysa yapılanlara, kim eleştiriyorsa onları, soluğu hapiste alıyorlar. Muhaliflere gözdağı veriyorlar, direnenleri tıkıyorlar içeri…

    

     Devletin memurunu, partinin memuru haline gelmeye zorluyorlar. Olmayanı tayin ya da emekli ediyorlar. Yerlerine, deneyimsiz, bilgisiz, acemi kendi adamlarını getiriyorlar. Islık çalmasını bile beceremeyenleri konservatuarlardan sorumlu noktalara atıyorlar, senfoni orkestralarına tayin ediyorlar. Vali ve Kaymakamları özel olarak seçiyorlar. Söylediklerini yapmayanları merkeze çekiyorlar. Bu yüzden bazı illerin Valileri, İçişleri Bakanlığına değil de, iktidarın Genel Merkezine bağlıymış gibi çalışıyorlar. Hoş bakanlığa bağlı görev yapsalar da bir şey değişmiyor ki… Bakanlık da parti gibi yönetiliyor.

 

     Devletin ordusu var, polisi var.. Yetmiyor, bir de güvenlik müsteşarlığı kuruyorlar. Ulusal İstihbarat Örgütünü politize ediyorlar. Başına konudan bihaber bir yandaşlarını getiriyorlar. Ordunun prestijiyle oynuyorlar, gücünü azaltılıyorlar, ihtilal yapacakları endişesi ve şüphesiyle kıymetli komutanları tutukluyorlar, kozmik odalara bile giriyorlar. Sözleşmeli asker almaya karar veriyorlar. Sınırlarda 50 bin kişilik sivil ordu kurma hazırlığı yapıyorlar.

 

     Polisi güçlendirme adı altında ağır askeri silahları edinmeyi hedefliyorlar. Polisin yönetim kadrosuna kendi görüşlerini paylaşanları yerleştiriyorlar. Muhaliflerinin üzerine, o polisi acımasızca saldırtıyorlar. Dünün iyi yetişmiş polislerinin yerine aldıkları binlerce elemana, savuşturabilecekleri ve yatıştırabilecekleri en basit olaylarda bile biber gazı kullandırıyorlar.

 

     Ülkeyi gırtlağa kadar borçlandırıyorlar. Enflasyonu kürdan ve toplu iğne fiyatlarını düşmüş, böylece hayat çok ucuzlamış gibi göstererek tek haneye indiriyorlar. Memleketin tüm karlı kamu kurum ve fabrikalarını üç on paraya satıyorlar. Ele geçen paraları israf ediyorlar, sağa sola savuruyorlar. Milletin vergileriyle oluşan bütçeyi talan ediyorlar. Kendilerine oy verenlere erzak, kömür, eşya filan dağıtıyorlar. O kadar ki, Afrika sıcağından beter bölgelere kömür giderken, buzul bölgelerini andıran soğuk yerlere buzdolabı filan yolluyorlar. Hatta elektriği olmayan köylere bile televizyon, çamaşır makinası veriyorlar. Belki inanmayacaksınız ama, bazı yerlere bunları Valiler götürüp dağıtıyorlar.

 

     Peki, basını ve muhalefeti yok mu bu ülkenin? Olmaz olur mu, var elbette ama seslerini duyuramıyorlar. Dostlar alışverişte görsün kabilinden bir-iki muhalefet partisiyle, yine bir-iki muhalif gazete var ama, bunlara kulak asan yok. Muhalefet sözcüleri kendileri söyleyip kendileri dinliyorlar, aleyhteki yazarlara ise göz açtırmıyorlar. İktidar yazılı ve görsel basının üçte ikisine hakim. Yandaşlarını devletin bankalarından verdiği kredilerle gazete ve televizyon sahibi yapıyorlar. Kızdıklarını satın aldırıyorlar. Aleyhlerine yazanları evlerine yolluyorlar, yerlerine amatör imamları getiriyorlar.

 

     İnsanları sabaha karşı sorgusuz sualsiz evlerinden topluyorlar, ülkenin değerli generallerini, profesörlerini, gazetecilerini, bilim adamlarını hapse tıkıyorlar, suçlarının ne olduğunu bile doğru dürüst öğrenemeyen bu kişileri yıllarca cezaevlerinde tutuyorlar. Ama katil teröristleri, katil yobazları, uyuşturucu baronlarını kılıfına uydurup bir gecede serbest bırakıyorlar. Durun daha bitmedi…

 

     Komşu ülkelerden saldırılar düzenleyerek onbinlerce vatandaşının öldürülmesine, ağır yaralanmasına, sakat kalmasına sebep olan bölücü teröristlere kucak açıyorlar, dağdan inenlerini kırmızı halılarla karşılıyorlar, sınırlara mahkemeler getirip onları beş dakikada aklıyorlar. Liderlerine hapishanede misafir muamelesi yapıyorlar, beğenmediği binasını yeniliyorlar, duvarlarına kağıt bile kaplatıyorlar. Sıkılmasın diye yanına yandaş ve arkadaş mahkumlar yerleştiriyorlar. Hapisten avukatları aracılığıyla bölücü ve teröristlere talimatlar yağdırmasına, gazetelere takma isimlerle makaleler yazmasına bile göz yumuyorlar. O kadarla kalsa iyi, kendisiyle el altından görüşmeler, pazarlıklar yapıyorlar.

 

     Bölücülerle ve teröristlerle işbirliği yapan, bayraklarını ve dillerini kabul ettirmeye çalışan, hatta özerklik isteyen Belediye Başkanlarına bile ses çıkarmıyorlar, bazı illerde değişen cadde ve sokak adlarına bile aldırmıyorlar. Bölücülerin girişimlerini destekleyen milletvekillerine milletin parasıyla maaşlarını ödüyorlar. Parlamento çatısı altında yabancı bir dili geçerli kılmaya çalışanlara bile mani olmuyorlar.

 

     Böyle bir ülkenin Başkanı da, hükümetinin Başbakanı da el ele vermişler, istedikleri gibi at oynatıyorlar, bölünme ve parçalanma tehlikesine gülüp geçiyorlar, milletin dişinden tırnağından arttırarak ödediği vergileri hovardaca harcıyorlar. Böyle bir lüks, böyle bir israf, böyle bir ballı yaşam dünyanın hiçbir yerinde yoktur ama, o ülkede var işte…

 

     Bütün bunlar, bunca rezalet demokrasi adına yapılıyor. O ülkede demokrasi varsa eğer, seçim de var demektir. Var ama, seçmenler eğer korkuyla sindiriliyorsa ve parayla kandırılıyorsa ne kıymeti var? Kaç kere seçim yaparlarsa yapsınlar, sonuçta hep onlar kazanırlar.

 

     Allahtan böyle bir ülke yok yeryüzünde. Hani olsaydı diye düşündük ama, Allah koruyor işte. Yatıp kalkıp şükredelim halimize. Ya hayali senaryoyla kafamızdan geçirdiğimiz böyle bir ortamda, böyle bir memlekette, böyle idarecilerin yönetiminde yaşasaydık eğer, ne yapardık?

Can Pulak

 

 
 

7 Ocak 2011 Cuma

UYUMA ! GÖZÜNÜ DÖRT AÇ

 

TÜRK ULUSU İÇİN EN YARARLI ATA SÖZÜ  :  UYUMA.GÖZÜNÜ DÖRT AÇ

SEVGİLİ ARKADAŞLARIM,DOSTLARIM;
 
DİKKAT EDİNİZ,BİR DİNE; AŞIRI DİNCİLİK,DOGMATİZM VE GERİCİLİĞİ ÖNE ÇIKARMAK KADAR ZARAR VEREBİLECEK , BAŞKA HİÇ BİR İTİCİ GÜÇ YOKTUR.ASIRLAR EVVEL AVRUPA COĞRAFYASINDA BU NEDENLE İNSANLAR YÜZYILLAR SÜREN DİN SAVAŞLARI İLE BİRBİRLERİNİ DOĞRAYIP BİÇMİŞLERDİR TAKİ GERÇEYİ KAVRAYIP KİLİSEYİ DEVLET HİZMETLERİNDEN YASAKLAYANA KADAR.
ŞİMDİ AYNI KANLI SENARYOLAR İSLAM DÜNYASI ÜZERİNDE TEZGAHLANMAKTADIR.IRAK,AFGANİSTA,PAKİSTAN VE BUNLARA BENZER DİĞER BAZI ÜLKELER DE HERGÜN OLUK ,OLUK MÜSLÜMAN KANI AKITILMAKTADIR.
 
AYNI ŞEKİLDE BİR ULUSU YOK ETMEK İÇİN DE ; ONUN ETNİK YAPISINI KURCALAMAK,O ULUSA VURULACAK  EN BÜYÜK, EN BELALI DARBEDİR.
 
GÜZELİM ÜLKEMİZ,İNSANIMIZ,VİCDANIMIZ; ORTALAMA ALTMIŞ YILDAN BERİ YAVAŞ YAVAŞ YÜKSELTİLEN VE SON YILLARDA İSE BÜYÜK  İVME KAZANAN  LANET BİR PLANLAMA İLE KARŞI KARŞIYADIR.
 
BEN YÜCE TANRIMDAN ; AZİZ ULUSUMU KIŞIN KIŞ UYKUSUNA; YAZINDA SAHİL MAHMURLUĞUNA KARŞI UYANIK TUTMASINI NİYAZ EDİYORUM.
 
SAYGI VE SEVGİLERİMLE.       
 
Çetin Haspişiren

radyo dinle

6 Ocak 2011 Perşembe

Kalleşler ve saflar





Değerli bir asker dostumun önsözüyle, Sayın Rifat Serdaroğlu'nun yazısını asağıya aktarıyorum.

"Sevgili arkadaşlarım,dostlarım;
Benim yaşım 70, asker emeklisiyim.Meslek hayatım boyunca özellikle Güney Doğu ve Doğu Anadoludaki insanlarımızın güvenliği,huzur içinde yaşamaları için kendimin ve ailemin yaşam kalitesini de ihmal ederek deliler gibi çalıştım. Çalıştığım yerlerde Kürt kökenli kardeşlerimle sevgi.saygı ve samimi muhabbete dayanan çok değerli ilişkiler kurdum.Onların huzurunu kaçırmayı kendine meslek edinmiş terörisler ,kaçakçılar ve katillerle boğuştum.Acılı ,sancılı günlerim de oldu,mutluluklarım da.Bu kutsal mücadelemde bölge halkının değerli desteğini hep gördüm.Kürt kökenli,çok arkadaşım ve dostum var.Bunların herbirisi aynı vatanda yaşadığım benim değerli vatandaşlarım.Akrabalarımda Kürt gelinlerimiz ve damatlarımız var.Hepsini de derin bir muhabbetle seviyorum.Onlarda beni seviyor ve sayıyorlar görüyorum.Gerici, ırkçı bir düşünceye beynimizde hiç yer yok.
Ancak,son 60 yıldır siyaset,tarikat ve para sarmalında bölge halkının zihnini karıştıran ve her sahada rant elde etmeye çalışan ileri görüşten mahrum kısır idareciler kürtçülük denen bir mikrobun bünyede yer etmesine fırsatlar verdiler
Bu mikrobun üremesine ve Türk Kürt kardeşliğinin zedelenmesine sebep olan tüm rantçıları lanetliyorum.Allah belanızı versin,birgün gelir elde ettiğiniz menfaatlerin altında kalırsınız inşalah.
Şimdi değerli bir kalem sahibinden yayınlanan aşağıdaki yazıyı okumanızı ve okutmanızı öneriyorum. Çetin Haspişiren"
**************************

Kalleşler ve saflar


Kalleşler ve saflar
23 Aralık günü Necip Mirkelamoğlu'nun cenaze törenine katıldım. Duasını okurken yıllar öncesine, 1981-82 yıllarına gittim. 12 Eylül 1980 darbesi herkesi perişan etmiş, kimini cezaevine atmış, kimini işsiz bırakmış, toplum tıpkı bu günkü gibi korkutulmuş, sindirilmiş, aykırı tek ses yok…

İzmir'in yetiştirdiği gerçek gazetecilerden rahmetli Akın Kıvanç ile birlikte "Ayrıntılı Yorum" adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Darbe yönetimine karşı demokrasiyi, özgürlüğü savunuyoruz. En büyük sıkıntımız dergiye ciddi yazı bulamamak, kimse yazı vermiyor, kimden istesek "yürü kardeşim, başımı derde mi sokacaksınız" cevabını alıyorduk. Necip Bey'den yazı istedik, her sayımıza yazı verdiği gibi çok sayıda yazar arkadaşını da bize yönlendirdi. Haftada bir İzmir Barosu Başkanlarından rahmetli Necdet Öklem'in ofisindeki toplantılarımıza katılıp bizlere deneyimlerini aktardı ve destekledi. Hepsinin mekanları cennet olsun…

Necip Mirkelamoğlu, Şanlıurfa-Birecik doğumluydu. Tarihteki Kürtçülük-Bölücülük olaylarının gerçek yüzünü bilen nadir insanlardandı ve ayrımcılık yapanlara ağzını doldura doldura "Kalleş bunlar" derdi. Gerek 30 seneyi aşan siyasi hayatımda, gerekse özel hayatımda çok dostum, arkadaşım oldu. Bizler kimsenin etnik kökenine bakmadık. Zor günlerimde, bir Allahın kulunun kapımızı korkudan çalmadığı anlarda bir lokma ekmeği paylaştığımız Kürt kökenli arkadaşlarımız oldu, bu dostluklar hala devam ediyor…

Peki bizleri ayrıştırmaya, bölmeye gayret eden kalleşler kimler ve onların oyununa gelip, ülkemizin ayrışma sürecine girmesine bilmeden çanak tutan saflar kimler? Bunlar bizi bölmeyi başarabilecekler mi?

Asırlardır yaşanan beraberlikler, etnik kökeni Kürt olan baba ile Türk annenin evliliklerinden olan çocuklar, torunlar bu ayrımcılığa "evet" diyecekler mi?
Ya, ticaret hayatında kurulan bunca yıllık ortaklıklar ve kardeşlikler bu kalleşlere geçit verecekler mi?
Cumhuriyetin kuruluşunda omuz omuza çarpışan kahramanların torunları, onların çocukları, askerlik arkadaşlıkları, okul arkadaşlıkları, hısımlıklar, dostluklar bu kalleşlerin oyunlarını bozamayacak mı?

Kürt kökenli vatandaşlarımız, ülkenin bütününü bırakıp, bir bölgeye kapatılmaya, tekrar maraba olmaya ve sonradan Barzani denen eşkıyaya satılmaya "evet" diyecekler mi?...
Bu Kürtçü-Bölücü kalleşlere, etnik kökeni Kürt olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız adına konuşma yetkisini kim verdi?
Bunları dinlediğinizde; "Türkiye'de 20 Milyon Kürt var, özerklik isteriz, ayrı bayrak isteriz, ana dilde eğitim isteriz" derler. Eğer dedikleri gibi 20 Milyon Kürt kökenli vatandaşımız varsa, bunların 12 Milyonu oy kullanan seçmen olması gerekir.(Türkiye de nüfusun yaklaşık %60'ı seçmendir) Kürtçü-Bölücü PKK terör örgütünün siyasi temsilcisi BDP'nin ve benzeri adlarla kurulup kapatılan partilerin şimdiye kadar aldıkları en fazla oy 2 Milyondur. Nerede geriye kalan 10 Milyon oy?
Kaldı ki bu 2 Milyon oyun da büyük kısmı tehditle, silahla, korkutarak alınmış oylardır. Yani Bölücü örgütün dediği gibi Kürt vatandaşlarımızın nüfusu 20 Milyon ise, Kürt kökenli vatandaşlarımızın 6 da 5' i bölücü örgütü desteklemiyor demektir. Yok, tüm Kürt kökenliler PKK'yı ve görüşlerini destekliyor diyorlarsa, Türkiye'deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın sayısı ancak 3,5- 4 Milyondur…

Görüldüğü gibi esas bizi bölmek isteyen bu kalleşler azınlıktır ve ne yaparsanız yapın bunlar terörden vazgeçmezler. Çünkü bunlar için terör, uyuşturucu ticareti, insan ve organ kaçakçılığı geçim kapısıdır, para kaynağıdır. Bunlar, Kürt kökenli gençlerimizi parayla kandırıp dağa çıkartan ve onları bile bile ölüme gönderen kalleşlerdir. Bunlar, bu güzel vatanı koruyan güvenlik görevlilerimizi ve devlet görevlilerini şehit eden ve aramıza nifak sokmak isteyen ayrılıkçılardır. Bunlar bazen Amerikalının, bazen İngiliz'in, bazen Arap'ın, çoğunlukla da Barzani'nin kavuğunu sallarlar.

Kürt kökenli vatandaşlarımızın seslerini duyurma, yapılan yanlışa itiraz etme ve ülkemizin bütünlüğüne sahip çıkma zamanıdır. Eğer bu terör örgütünü ve onun siyasetteki piyonlarını desteklemiyorlarsa, ki ben tamamen bu inançtayım, bunu gösterme zamanıdır. Lütfen sesinizi çıkarın artık, korkmayın….

Terör örgütünü ve onun profesyonel yerli ve yabancı taktisyen ve teorisyenlerini uyutacaklarını zanneden cemaat artığı saf siyasetçiler bilmeden ülkeye büyük kötülük yapmaktadırlar. Eğer düşünce; "Ben kafamdaki sistemi kuruncaya kadar bunlarla beraber yürüyeyim, sonra icabına bakarız ise, bu tam bir saflık numunesidir. Çünkü ölümle arkadaşlık yapamazsınız.

Başbakan Erdoğan maalesef oyuna getirildi, Kürtçü danışmanları, Kürtçü milletvekilleri ve tarikatların ortak operasyonlarıyla Kürtçülük kuyusuna düşürüldü. Bu tarihi hatanın bedelini çok acı kayıplarla ödeyeceğimizi önümüzdeki günlerde beraberce göreceğiz. İnşallah canımız çok yanmaz…

Şu sorulara beraberce yanıt arayalım;
*Siz hiç PKK'nın ve BDP'nin Güneydoğu Bölgemizdeki feodal düzenden, aşiret, ağalık ve şeyhlikten şikayet ettiğini duydunuz mu?
*Türkiye Cumhuriyetini demokratik açıdan "geri" bulan Kürtçüler, tam bir diktatör olan Barzani'nin karşısında neden esas duruşta beklerler, hiç düşündünüz mü?
*Türkiye Cumhuriyeti Devletine hakaret edebilen Osman Baydemir, niçin kendisine ana avrat dümdüz giden Apo'ya tek laf söyleyemez?
*PKK emrettiği için Kandilden gelenleri karşılamaya giden binlerce insandan, "ağalık düzenine karşıyız" diye bir eylem bir hareket gördünüz mü?
*Güneydoğu Bölgemizin bir ilinde, kaçak sigara satan dükkanları polis aramak isteyince çatışma çıktı, herkes polise saldırdı ve polis geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı hareket İzmir'de olsaydı, o polis ne yapardı?
*Kadın Güneydoğu bölgesinin büyük bir kısmında "köle" gibidir. İki görevi vardır. Doğurmak ve çalışmak. Siz hiç BDP' den "açılım" adı altında Kürt kökenli kadınların acılarına son verecek bir proje, bir yasa teklifi duydunuz mu?
*Kuzey Irak'ta bir erkeğin 4 kadınla evlenmesi için yasa çıkaran Barzani nasıl oluyor da bu özgürlükçü demokratların taptığı lider olabiliyor?
*Töre cinayeti adı verilen ilkellikler niçin hep bu bölgede olur da, örneğin batıda hiç olmaz?..
*Devleti bölgede yaptığı barajları, eğitim ve sağlık tesislerini bombalayan terör örgütünün ve onun siyasi temsilcisi BDP' nin, Güneydoğu Bölgemizin herhangi bir yerinde Allah rızası için bir çeşme yaptırdığını duydunuz mu?..
*Niçin, elektrik dağıtımında kaçak oranı Denizli'de % 1'dir de, Şırnak'ta %75'tir?
*Güneydoğu bölgesinde PKK ve Barzani'ye verilen haraçların toplamı nasıl oluyor da T.C Devletine verilen verginin 10 katı olabiliyor?

Yapılması gerekenler şunlardır;
* Elinde silah olan adamla müzakere yapılmaz, mücadele edilir. Kişi, ne sebeple olursa olsun eline silah alıp, bu ülkenin güvenlik güçlerini, masum insanlarını öldürüyorsa devletin görevi bu kişiyi bulup etkisiz hale getirmek ve adalete teslim etmektir. Bu mücadele sırasında "ancak" , "ama" olmaz, olursa terörle mücadele edemezsiniz. Bugün AKP Hükümetinin emriyle güvenlik güçleri terörle mücadele etmiyor, sadece kendini savunmaya çalışıyor.
*Kişiler, etnik kökenler, belli zümreler için demokratikleşme olmaz. Tüm ülke için demokratik standartların yükseltilmesi gerekir. Gelişmiş bir demokraside yaşamak tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hakkıdır.
*Türkiye Cumhuriyeti Devletinin modeli "Ulus Devlettir". Türkiye bölünmez bir bütündür.
*Türkiye'nin resmi dili ve eğitim dili tektir ve Türkçedir. Devlet, herkesin anadilini, kültürünü,sanatını, sosyal yaşamını öğrenmesi, geliştirmesi ve yaşatabilmesi için gereken önlemleri alır ve destekler.
Hangi ülkenin başına böyle bir felaket gelse bu şekilde mücadele edecektir. Aksi takdirde terör galip gelecek ve o devlet batacaktır.

1787 yılındaki Vatikan destekli Kürtçülük hareketinin de, Paris Üniversitesine bağlı Kürtçe öğreten yüksekokulun da, Rusya'daki Kürtçülük hareketinin de, Kürtlerden ilk kez söz eden antlaşma olan Ayastefanos antlaşmasının da, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetinin de, Kürdistan Teali Cemiyetinin de, Sevr Antlaşmasının da, Koçgiri ayaklanmasının da, Şeyh Sait ayaklanmasının da, benzerlerinin de amacı Türk Devletini parçalamaktı. Bazı safların dediği gibi kalkışmalar ve isyanlar "demokrasi eksikliğinden" veya, "anadilde eğitim olmadığından" kaynaklanmıyordu. Türkiye Devleti bugüne kadar bu kalkışmaları, isyanları bastırmasını bildi. Yöntemler tartışılabilir ama isyanlar, kalkışmalar ve işlenen cinayetler de tartışılmalıdır. Sadece devleti ve güvenlik güçlerini suçlamak en hafifinden ihanetin üzerini örtme çabalarıdır.

Bu kalleşlere tüm Türk Milleti olarak karşı durma zamanıdır. Beraberce haykırmalıyız ki sesimiz taa Amerika'dan duyulsun; Türk-Kürt kardeştir, bölmek isteyenler kalleştir ve bizden değildir…

5 Ocak 2011 Çarşamba

Adı'm adı'm Anadolu...

Sevgili babam “yeni yılın ilk bebeği”dir. Nüfus kağıdında 1 Ocak yazar.

*
Halbuki, boşver 1'i, ocak bile değildir... Yaşı 60'ın üstündeki pek çok Anadolu çocuğu gibi, kazık kadar olduktan sonra, anca çıkarılmıştır nüfus kâğıdı... Sorardık babaanneme mesela, “Emmioğlundan iki güz önce doğdu” derdi. Emmioğlu ne zaman doğdu? Hala kızından üç kış sonra... Dolayısıyla, nüfus memurunun marifetidir, yalandan doğum tarihine sahiptir.
*
Ağabeyime “Yıldırım” adını koymuş, babamın patronu... Ben doğunca da “Şimşek” koymak istemiş... Dedem zaten fikrini sormuyorlar, için için dolu, “Ben torunuma at ismi koydurmam” diye isyan etmiş, neticede kafiyeli olsun bari, Yılmaz'da uzlaşmışlar. Uysa da koymuşlar, uymasa da koymuşlar yani... Pembe zıbın giydirip, “Yıldız” koymadıklarına şükrederim!
*
Ve, bu iki nedenle, “yeni yılın ilk bebekleri” ve “isim”leriyle pek ilgilenirim.
*
2011'in İstanbul'daki ilk bebeği, Beyzanur... Ankara'da Bedir, Bursa'da Muhammed, Nevşehir'de Yemen, Eskişehir, Balıkesir ve Manisa'da Enes, Trabzon'da Hüsna, Adana'da Cuma, Aydın'da İkranur, Kars'ta Amine, Erzurum'da Yüsra...
Malatya'da Recep Tayyip.
*
Allah analı babalı büyütsün.
*
1940'la 60 arası, Mehmet, Mustafa, Ali, Ayşe, Fatma, Hatice gibi, İslami görünmekle beraber, aslında, dedelerin ninelerin isimleri verilirdi çocuklara... Yeni ve farklı isimler aranmaz, kalpleri kırılmasın, gönülleri olsun diye, büyükler yaşatılırdı torunlarda.
*
70'lerde, özellikle kızlarda, köyden kente göçün, popüler kültürün, acı vatan'ın izleri görülmeye başlandı... Türkan Şoray'ın Türkan'ı, Hülya Koçyiğit'in Hülya'sı, Filiz Akın'ın Filiz'i, gurbet hasretinin Özlem'i, Ümit'i, Dilek'i, Kader'i yazıldı bebelerin nüfüs kâğıtlarına.
*
80'lerde çoğunluk tablosu değişmedi ama, darbeyle birlikte Deniz Gezmiş'in Deniz'inde patlama oldu adeta, Eylem, Özgür, Devrim, Turan, Alp, Asena, Ülkü, Tolga, Kaan, Aybüke, Uygar, Ulaş, Barış, Mücahit gibi, o güne kadar tercih edilmeyen ideolojik tınılar arttı.
*
90'larda can modası başladı.
Gelenek ile modern buluştu, dedelere ilaveler yapıldı, Kemalcan, Mehmetcan, Alican, Mithatcan gibi... Kızlara ise, resmen nur yağdı, ninelere ilaveler yapıldı, Ayşenur, Fatmanur, Yurdanur... (Onur'larla çok kafa yaptık bu sayede!)
*
Milenyumla beraber, erkeklerde tek tük de olsa, Ensar, Yasin, Enes, Bilal, Furkan başladı. Kızlarda ise, dini ağırlık, Rabia, Merve, Sümeyye, Şeyma, Medine, Kübra hayli sıklaştı.
*
Ve, 2011'in ilkleri...
Beyzanur, Bedir, Muhammed, Yemen, Enes, Hüsna, Cuma, İkranur, Amine, Yüsra, Recep Tayyip... İstanbul'dan Adana'ya isim haritası komple değişmiş.
*
İki şehir hariç...
İzmir ve Diyarbakır.
*
Enteresan şekilde...
İzmir ve Diyarbakır'da dünyaya gelen ilk bebişlere, aynı isim konuldu: Umut.

4 Ocak 2011 Salı

Bir Şeyi Yanlışsa Tümü Çöptür





Balyoz belgeleri nasıl da gündeme bomba gibi düşürülmüştü! Gazetelerin ve TV'lerin manşetlerinden inmedi iddialar günler boyu! İşte Fatih Camii'nin bombalanmasından tutun, sonuçta iktidara el koyacak darbe hazırlıklarına kadar!

Ancak belgeler tek tek incelendiğinde görüldü ki 2002-2003 yıllarında hazırlandığı ileri sürülen darbe planlarını içeren CD'ler, daha sonraki yıllara ilişkin bilgiler içeriyor!

Çok saygın bir uluslararası sosyal bilimci/iktisatçı olan Dani Rodrik darbe hazırlamakla suçlanan emekli Org. Çetin Doğan'ın damadıdır. Rodrik ve eşi Pınar Doğan, iş edindiler ve belgelerdeki sahtekârlıkları bir bir ortaya çıkarmaya başladılar, bulgularını da internet sitesinde yayımlıyorlar. Bu yetmedi, bir de kitap (Balyoz) yazdılar. Kitabı henüz okumadım... Ama belgeler içindeki çelişkiler, sahtekârlıklar çoktan açıklandı.

2002/2003 yılına ait CD'lerin içinde, o tarihte yok olan ve 2006, 2008 ve 2009 yıllarında kurulmuş bulunan şirketlerin isimleri bulunuyordu! Rodrik'ler, 2003 yılında yapılan normal askeri plan seminerinin bir darbe çalışması olduğunu göstermek için, sahte belgeler hazırlandığını, bu sahtekârlığın da 11 No'lu CD içinde olduğunu gösterdiler. Normal askeri plan tatbikatında olmayan ve darbe hazırlığı iddiasına temel oluşturan Balyoz, Suga, Çarşaf ve Oraj kod adlı planların hepsi de bu 11 No'lu CD içinde bulunuyor!

Peki 2003'te hazırlanan CD'de, darbe hazırlıkları içinde isimleri geçen, 2009 yılında kurulmuş şirketlerin işi ne?

Belli ki "darbe CD'si" sonradan hazırlanarak normal plan tatbikatının içine konmuş, tatbikatın bir parçasıymış gibi gösterilmiş.

***

Burada bilimsel bakış şudur: Eğer ortaya attığınız savda bir tane önemli ve izah edilemez tutarsızlık varsa, o sav temelden yanlış ve geçersizdir!

Bunu, bilimsel düşüncede örnek olarak gösterilen, yine burada daha önce yazdığım "siyah kuğu" örneğinde açıklayabiliriz:

Teori: Bütün kuğular beyazdır... Çünkü o güne kadar dünya üzerinde bilinen bütün kuğular gerçekten beyaz renkliydi! Bu teoriyi çöpe atmak için ise dünya üzerinde tek bir siyah kuğunun var-olması yeterliydi! Aranan siyah kuğu Avustralya'nın keşfiyle bulundu, çünkü o kıtada siyah kuğular vardı! Şimdi dünyanın çeşitli yerlerinde siyah kuğular görebilirsiniz...

Örneğin uzay fizikçileri Einstein'ın görelilik kuramını yanlışlamak için arada sırada yeni deneyler yapar... Bugüne kadar bütün deneyler, bu kuramın doğruluğunu gösterdi. Ama bir deney, kuramı yanlışlar ve bütün fizikçiler bu deneyin doğruluğu üzerinde fikir birliğine varırsa, Einstein'ın kuramı çöp olacaktır!

Bu nedenle, 2003 yılı Balyoz/darbe CD'si içindeki bırakınız beş on yanlışı, tek bir önemli yanlış varsa bile, CD bir çöptür!

Çünkü, CD içinde her şey tutarlı gibidir, senaryo tıkır tıkır işlemektedir. Yani CD diyor ki, bütün kuğular beyazdır, yani darbe hazırlığının kanıtları birbiriyle tutarlıdır...

Ama Rodrik'ler gösterdi ki, CD içinde bir değil hem de çok sayıda "siyah kuğu" vardır!

Dolayısıyla CD ve darbe hazırlık planları vs. sadece birer çöptür ve darbe teorisi çökmüş-tür!

***

Balyoz CD'lerini çarşaf çarşaf yayımlayan ve CD'leri savcılığa teslim eden Taraf gazetesinin o çok mümtaz bazı yazarları, şimdi ufaktan ufağa "Evet ciddi bazı iddialar var, bu iddiaları savcılık açıklamalıdır" demeye başladılar!

Kullanılan Taraf ve yazarları, eğer hâlâ oralarda varsalar, ileride "nasıl aldatıldık" hikâyeleri yazarlar! Romancısı roman, senaristi de senaryo çıkartır!

Haa, bir de şu var: Bu belgelerin sahibi cemaatçi "gazeteci"ye, Gazeteciler Cemiyeti yılın gazetecisi ödülü vermişti!

Eline tutuşturulanları yayımlamak nasıl bir beceri idiyse!

Üstelik, belgeleri hiç araştırmadan, doğruluklarını soruşturmadan, içindeki tutarsızlıkları görmeden... Bu yayının tam bir yüz karalık örneği olduğunun mahkemece de belgelenmesine azzzz kaldı!

orhanbursali.blogspot.com

obursali@cumhuriyet.com.tr


3 Ocak 2011 Pazartesi

GANDI'DEN 7 GUNAH

 
 
 
 
Hindistan'da Mahatma Gandi'nin mezarını ziyaret eden Erdoğan'a
, ülkesinin bağımsızlığı için ömrünü veren bu büyük insanın yazdığı 7
ölümcül sosyal günah listesini armağan ettiler.

             Gandi'nin 7 ölümcül günah listesi şöyle:
   *İlkesiz siyaset *(Politics without Principal)
   *Emeksiz zenginlik *(Wealth without Work)
   *Vicdansız haz *(Pleasure without Conscience)
   *Niteliksiz bilgi *(Knowledge without Character)
   *Ahlaksız ticaret *(Commerce without Morality)
   *İnsaniyetsiz bilim *(Science without Humanity)
   *Özverisiz ibadet *(Worship without Sacrifice)

   Yorumsuzdur...
--
ATATÜRK DİYOR Kİ ;
"Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.
En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. "
**********
"Zor kullanarak elde ettiklerimizi ancak zor kullanarak elde
tutabiliriz." Mahatma Gandhi
********

Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi,
hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz.
Sadece seçim yaptığını zanneder.
Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı
okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır!
Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın
egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!

Friedrich Wilhelm Nietzsche

Güneş batıdan doğacak

 
 

 
 
 
Rifat SERDAROĞLU - İzmir - 25 Aralık 2010 Cumartesi

Güneş batıdan doğacak


Eski futbolcu, yeni siyaset adamı Ulemadan Sultan Efendi Hazretleri Türkiye haritasını önüne koydu. Danışmanları 12 Eylül Referandum sonuçlarına göre, illeri boyamışlardı."Hayır" oyu veren iller kırmızı ile boyanmıştı.

Sultan Hazretleri haritanın batısına baktı, hepsi kan kırmızısıydı. Edirne-Kırklareli-Tekirdağ-Çanakkale-Balıkesir-İzmir-Manisa-Uşak-Aydın-Denizli, hepsi kırmızı. 
Kafasının tası attı, önündeki haritayı parçalayıp attı ve "bunlar beni sinirden kahredecek, niçin buraları fethedemiyorum, yahu? Ne yapsam olmuyor! Bunların hepsi gavur mu? Bu nasıl iştir be" dedi ve, "bana okyanus ötesini bağlayın" diye bağırdı;
Sultan Efendi Hazretleri; "Selamünaleyküm Hocam, ne yapsam olmuyor batıdaki illeri kendime çekemiyorum, sen de İzmir'de bulundun, bu işin çaresi yok mu? Aman bana bir çare, medet ya hoca!"

Telefondaki ses; "Aleykümselam Sultan Efendi oğlum, bak sana İzmir'i anlatayım, yalnız görev gereği konuşmalarımı CIA' cı çocuklarım dinliyorlar, sen de biliyorsun onlar yabancımız değil zaten. Bu İzmirliler, Egeliler çok demokrat insanlardır. Her türlü fikre, siyasi görüşe açıktırlar ve tartışmayı severler. Yalnız kendilerine göre "kutsalları" vardır.  Bunlar; Demokrasi-Atatürk-Lâik Cumhuriyet-Sosyal Hukuk Devleti ve Örgütlü Toplumdur. Bir de inançlarını kendi inandıkları gibi, Allah rızası için yaşarlar, biri karışmaya kalktı mı, din üzerinden ticarete kalkıştı mı onu barındırmazlar. Bunlara dokunmaya kalktın mı yandın.  Biliyorsun İzmir beni bile kabul etmişti, ama ne zaman ki benim cemaat, Lâik Cumhuriyete zarar vermeye başladı, ben bile oralarda barınamadım, bak soluğu Amerika'da almak zorunda kaldım. Bornova'da başıma bir olay geldi, canımı zor kurtardım. Burhan'a sor o sana anlatır.Bir de İzmirlileri ve Egelileri en çok kızdıran şey, ikiyüzlülüktür. Mesela Manisa'ya sepet kafalı  bir rektör göndermişsin, TV de gördüm; gençlere bağırıyordu, Atatürk'ü siz savunamazsınız  gerekirse ben savunurum, bu üniversite benim, Atatürk'ü yattığı yerden kaldırıp da mı görev aldılar, diyordu. Bak işte böyle konuşan sepet kafalılardan nefret ederler ve her gördükleri yerde o adamı rezil ederler. Hülasa Sultan Efendi oğlum; sen bunları kendi çizgine getiremezsin, sen de onlar gibi asla olamazsın, o zaman bunları fazla uyandırma, maazallah bir ayağa kalkarlarsa seni ben bile kurtaramam. Burada her zaman yerin var, unutma yanımdaki villa senin, ama eğer gelirsen Bülent'i getirme onu artık çekemem. Haydi hayırlısı.."

Canı iyice sıkılan Sultan Efendi Hazretleri hışımla telefonu çarptı ve bağırdı; "Çabuk bana Kıbrıs'taki Hocayı bağlayın.."
Sultan Efendi Hazretleri; "Değerli Hocam, ellerinden öperim. Biraderim Remzi ile gönderdiğin haberi aldım, yalnız bazı münafıklar o bant kaydını internete vermişler cümle alem duydu, rezil olduk. Dikkatli olalım. Hocam sen ne diyorsun, bu İzmir'i Ege'yi nasıl yola getireceğim?.."
Kıbrıslı Hoca; "Bak Sultan oğlum, ben burada Mehmet Ali Talat'ı, İngilizleri, Şili' deki madencileri bile ikna ettim, hepsini dergahıma üye yaptım, ama bir tane bile  İzmirliyi üye yapamadım. Bunlar gavur filan değil, galiba hakiki Müslüman bunlar. Yunan'a İlk Kurşunu attıklarından mı, Gazi Mustafa Kemal annesini bunlara emanet ettiğinden mi, nedendir bilinmez, bunlar acayip insanlardır. Sen sen ol, bunlarla fazla uğraşma, sana oraları dar ederler. Kıbrıs'ta yerin her zaman hazır, gözlerinden öperim, Sultan oğlum…"

Sultan Efendi Hazretleri başını iki elinin arasına aldı ve düşünmeye başladı. Ne zaman İzmir'i Ege'yi, sahilleri düşünse tansiyonu zıplıyor, şekeri düşüyordu. Acaba şu İzmirlilere, bir operasyon mu olsa diye düşünürken, Cübbeli Hoca'nın geldiğini ve önemli bir konuda görüşmek istediğini bildirdiler.
"Alın Huzura" dedi Sultan Efendi Hazretleri..
Cübbeli Hoca koşarak içeri geldi ve Sultan Efendi Hazretlerini selamladıktan sonra telaşla konuşmaya başladı;
"Aman Sultanım, çok korkunç bir rüya gördüm. Rüyamda Jet skisine biniyordum, birden bire güneş battı, ortalık kapkara oldu. Az sonra her yer aydınlandı fakat güneş batıdan doğmuştu. Güneş ışıkları o kadar güçlüydü ki hepimizi yaktı kavurdu. Batıdan gelecek bir tehlikeye işaret ediyor bu rüya. Ne tedbir alınacaksa alalım. Yoksa bu işin sonu çok kötü…"

Cübbeli'yi gönderdikten sonra hem volta atıyor hem de kendi kendine konuşuyordu; "Ne yapsam olmuyor, İzmir'e İl Başkanı bile bulamıyorum. Bizim damada İzmir'in gazetesini satın aldırdım olmadı. Tansu ablamın danışmanını yazar yaptım olmadı, Mendereslerin çocuğuna köşe verdirdim gene olmadı. Bunları içlerinden bozmak lazım. İngiliz Mehmet'i çağırayım, bunların Sivil Toplum Kuruluşu Başkanlarından cezası olan, vergi borcu olan, bize gebe olan kimler var. Önce öğrenelim, sonra yeni bir plan yaparım…"

O sırada sokaktan geçen biri bir türkü tutturmuş gidiyordu;  
"Bize de derler çakıcı, yar fidan boylum, yıkarız konakları…"

"Bozgunculuk yapıp, bu yazıdaki şahısları birilerine benzetmeye kalkmayın lütfen. Yok öyle birileri. Yerseniz!...
 

 

2 Ocak 2011 Pazar

Ameliyat Raporu

 
 
EH BE KARDEŞİM!
BİR AMELİYAT; ÖNCESİ VE SONRASIYLA, BU KADAR GÜZEL ANLATILIR.
ALLAH ESİRGESİN, ART NİYETLİ BİR AMELİYATA OLANAK VERMEMEK İÇİN BÜNYENİN NASIL GÜÇLENDİRİLEBİLECEĞİ DE ANCAK BU DENLİ AÇIKLANABİLİR.
YÜCE TANRIDAN DİLEĞİM;TBMM İNŞALLAH  BU SAĞLIK ÖNERİSİNDEN DERS ALIR.
SAHİLLERDE GÜNEŞLENMEYİ HER ŞEYE YEĞLEYEN GAMSIZ KARDEŞLERİMİZ DE İNŞALLAH MAHMURLUĞU BİR KENARA ATIP AKILLARINI BAŞLARINA TOPLARLAR.
 
SAYIN RİFAT SERDAROĞLU;
YÜREĞİNE ,KALEMİNE SAĞLIK.
ALLAH SANA SAĞLIKLI ,UZUN ÖMÜRLER NASİP ETSİN.
VAROLASIN.EN İÇTEN SAYGILARIMLA.    
 

 
 

Rifat SERDAROĞLU - İzmir - 29 Aralık 2010 Çarşamba


 

Ameliyat raporu

 
 

Önce vücuda, "Demokrasi Drajesi" adı verilen, üzeri şekerle kaplanmış, cemaat ve tarikat mikrobunu verdiler.

Vücudun direncini kırıp zayıf düşürmek için, sağlıklı bilgi(gıda) almasını önleyecek basın(besin) yapılanmasını gerçekleştirdiler. Emir alarak sadece Operatörün istediklerini yazan medyayı oluşturmak için devlet bankalarını kullanıp 750 milyon Dolar mikroplu ve usulsüz kredi enjekte ettiler. Emirlere uymayanlara ise polis, vergi inceleme memurları ile uyuşturucu merhem sürdüler. Bunlar da yetmeyince Silivri süpozituvarını (fitilini) devreye soktular ve vücut, alttan da sadece iktidarın dediklerini duyar hale getirildi.

Bünye dayanıklı idi, her şeye rağmen bu mikroplara dayanıyordu. Vücudun direncini bozmak gerekiyordu. Kandil dağından elleri kana ve mikroplara bulaşmış militan grubu getirildi. Vücuda monte etmeye çalıştılar, bünye kabul etmedi. Bunların derhal ve acilen serbest bırakılması için Türk Adaletinin de aklını ve namusunu alıp bunalıma soktular. Yetmedi bu mikrop yuvalarını şeref tribünlerinde birer "kahraman" gibi oturttular ve bünyeye pompayla püskürttüler. Vücudun direnç gücü alarm vermeye başlamıştı.

Sıra son ve öldürücü darbeyi vurmaya gelmişti. Önce "Kürt Açılımı" sonra "Demokratik Açılım" en sonunda ise "Milli Birlik ve Kardeşlik" dedikleri bulaşıcı bir mikrobu vücuda zerk ettiler. Binlerce yıldır bu beraberlikten güç aldığı için her türlü bölücü mikrop saldırısına karşı koyan bünye sarsılmaya başlamıştı. Bu son darbe vücudun bağışıklık sistemini bozmaya başlamıştı.

Vücuttan ayrı ayrı sesler çıkmaya başlamıştı;
Vücudun bir kısmı beyin'den gelen Türkçe talimatlara karşı çıkıyor ve "ben Kürtçe emir istiyorum" diye saçmalıyordu. Göğüste takılı olan Türk Bayrağının yanına, terör örgütünün paçavrasını takmak istiyorlardı. Vücudun bir kısmı ayrılıp "özerklik" istiyordu. Vücudun diğer kısımları; "Sen ne yapıyorsun, kafayı mı yedin, ayrılırsak hepimiz ölürüz" diye soruyor fakat cevap alamıyordu.

Vücudun ana besin kaynağı Atatürk ve Türklük damarıydı. Bu iki damar hep vücudun güçlü kalmasını, bütünlüğü savunmuştu. Operatörün nefret ettiği iki damar bunlardı. Bu damarları koruyan askerlerden oluşan koruma hücreleri de Operatörün hedefindeydi. Bunların zayıflatılması için çeşitli ufak tefek operasyonları yapmışlardı, birçoğunu tutuklamışlardı. Önemli sayıdaki asker koruma hücrelerini ise mahkeme koridorlarında süründürüyor ve onlara mikrop bulaştırmaya çalışıyordu. Operatör ne yaparsa yapsın bu iki damarı kurutamamıştı. Bu olay onu sinir ediyordu, hatta bir defasında bir arabada sinirden katılıp kalmıştı da, balyoz sayesinde operasyondan son anda kurtulmuştu.

Son olarak bu iki damardan biri olan Atatürk'ün, vücudun beyni olan Başkent'e gelişinin yıldönümündeki törenlerini de yasaklatmıştı. Unutulması şarttı bu iki damarın. Bu iki damar sağ ve sağlam olduğu müddetçe vücudu değiştirmek mümkün olamayacaktı.

Artık sıra Ameliyata gelmişti. Narkoz için Çankaya'dan Abdullah Bey getirilmişti. Narkozcu Abdullah Bey'in ilk telkini sözlü oldu; "Güzel şeyler olacak, iyi şeyler olacak…" Daha sonra AB ve ABD isimli narkozcular da devreye girdiler.

Vücudu uyutmaya çalıştılar. Niyetleri vücuda estetik ameliyatı yapıp, onun modern, çağdaş görüntüsünü değiştirip, onu badem bıyıklı ve saat kapağı suratlı, şalvarlı sakallı bir hale getirip ortaçağ görüntüsüne sokmaktı. Tüm çabaları buydu. Bu ameliyatı bir yapsalar gerisi kolaydı.

Operatör ve narkozcular vücudu uyutmak için çok uğraştılar. Denemedikleri yol kalmadı, fakat vücudun  bir kısmı uyuşsa bile tamamı asla uyumuyordu. Özellikle Atatürk ve Türklük damarından beslenen bölüm uyumamak için direniyordu.
Operatör ve Narkozcular, vücudu uyutamayınca ameliyatı ertelemek zorunda kaldılar. Bir kez daha başarısız olmuşlardı. Atatürk ve Türkçülük damarları gene kazanmışlar ve vücudu korumuşlardı. Esas ve son Ameliyatı 2011 Haziran'ından sonra yapmaya karar verdiler…

Operatör, arkadaşları ile sohbet ederken şunu söyledi;
"Kürtçülüğe ve Türkçülüğe de karşıyım bu ülke üzerinde başkasına Ameliyat yaptırmayız."
Vücut narkozun etkisinden tam olarak çıkmamasına rağmen kendi kendine soruyordu;
"İyi de, Türkler ne zamandan beri bölücülerle aynı kefeye konmaya başladı? Türkler ayrılmak mı istiyor? Peki, cemaatçilik ve tarikatçılığa karşı değil misin?"
Vücut bunları söyleyip ayağa kalkmaya çalışırken; "Derhal kendimi toplamam lazım, bunlar beni bir daha Ameliyat masasına yatırırlarsa, bir daha oradan kalkmak mümkün olmayabilir, toparlanmam şart, toparlanmam şart, şart, şart…"

Beyin ise, tüm gücünü kullanarak vücudun Haziran 2011'den sonra yapılacak operasyonu engellemesi için çare arıyordu. Beyin son seçimlerde sandığa gitmeyen yaklaşık 10 Milyon hücreyi son defa uyarma gereğini duydu, devamlı şu mesajı tüm seçmen hücrelerine göndermeye başladı;
"Anlaşıldı size ben yani beyin lazım değil, çünkü beni dinlemiyorsunuz. Benim için değil, gelecek ve yeni doğacak çocuk hücreleriniz için bir araya gelin ve mutlaka sandığa gidin, korkmayın, kalkın ayağa, çok ve güçlü olan sizlersiniz, hepiniz beyin felci mi oldunuz yahu…"


 
 

DİNİ GERÇEKLERİ ÇOK GÜZEL ANLATMIŞ

Gazetelerde, TV'lerde bir "sakal" davası sürüp gidiyor. 21. yüzyılda hâlâ -ilkçağın insanları gibi- totem peşinde koşuyoruz! Hz. Muhammed, bunu önlemek için, "Yâ Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma!.." demiş.

Bu hadis, peygamberin ağzından çıktığını bütün hadisçilerin kabul ettikleri 17 hadisten biridir. Bu sözü söyleyen Hz. Muhammed, tıraş olurken kıllarını toplattırır mıydı?

Dünyada yüzlerce "Sakal-ı Şerif" diye tanımlanan kıl var.
Hepsi uydurma. Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki "Kutsal Emanetler" diye saklanan birçok eşya, onun-bunun saraya bahşiş almak için getirdikleri nesneler.

"Fatıma Anamız"ın seccadesi denen seccade, 17. asır halısı, Peygamber'in teyemmüm taşı olarak saklanan taş ise bir Asur tableti!? Bunun gibi daha birçokları var... Bunları bir kitap halinde toplayan ilk Müze Müdürü Tahsin Öz'ün 1953 yılında basılan kitabı, ne yazık ki zamanın yönetimi tarafından hemen toplattırıldı ve o günden bugüne de ülkeyi aynı kafada olanlar idare etti! Uydurulmuş şeylere inanmak, doğruları araştırmaktan daha kolay geliyor insanımıza...

Bu sakal olayı, bana başka bir olayı hatırlattı: 1970-78 yılları arasında, eşim Kemal Çığ Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü idi. Daha önce de -1944’ten beri- Müdür Yardımcısı ve Kitaplık Şefi olarak çalışıyordu müzede. Müdürlüğü esnasında, o zamanın Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan, "Kutsal Emanetler"i ziyaret etmek için randevu istiyor. Kemal Çığ, gazetecileri getirmemek koşulu ile halka kapalı olan bir günde randevuyu veriyor.

Kararlaştırılan günde büyük bir cemaat akın ediyor "Kutsal Emanetler Salonu"na. Peygamberin hırkası olarak tanımlanan hırka çıkarılıyor. Gelenler büyük bir huşu içinde dualara, kuran okumalara başlıyorlar ve sonunda her ay bu ziyareti yapmaya karar veriyorlar...

Salonda iş bitince, eşim, baştakileri odasına kahve içmek için davet ediyor. Tam kahveler bitmek üzere iken Kemal Çığ, "Hazır bütün din büyüklerimiz burada iken kafamı kurcalayan bir soruyu sormak istiyorum." diyor ve sorusunu soruyor:

"Benim bildiğime göre, Hz. Muhammed'in ağzından çıktığından bütün muhaddislerin hemfikir olduğu 17 hadisten biri, 'Yâ Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma!..'dır. Şimdi sizin hırka'ya ve diğer eşyalara dualar yapmanız bu hadise karşı değil midir?"

Bu söz üzerine, gelenlerin hepsi birden yerlerinden fırlarlar ve bir şey söyleyemeden oradan ayrılırlar! Fakat, her ay gelmeyi istedikleri halde bir daha uğramamaları da Kemal Çığ'ın sorusunun yanıtı olmuştur...

Şimdi ben de bugünkü hocalarımıza soruyorum:
Böyle bir hadisi biliyor musunuz? Biliyorsanız, neden bir sakal kılı, bir hırka peşine düşenleri ve onlara dua edip onlardan medet umanları uyarmıyorsunuz? Neden?

Muazzez İlmiye Çığ

Lider Kimdir ?

İngiliz gazeteci, Sina'da karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar:

"Sence lider kimdir?"

Bedevi;

"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim?"der.

Gazeteci;

"Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.

Bedevi anlatır;

"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır. Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki.

Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.

Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar.

Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırın alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.

Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır.

Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rüzgarın oluşturduğu kum sağanağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır.

Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:

“Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin?” der.

Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve;

“Peki, başını çadıra sokabilirsin.” diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.

Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır;

“Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.”

Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.

Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır;

“Efendi, ne olur,hörgücümü de çadıra sokmama izin ver..”

Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır.

Bu duruma, Bedevi’den önce, deve tepki gösterir;

“Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan.”

* * *

'Lider kimdir?' demiştiniz;

Bu hikâyeyi mesnet alarak cevap vereyim.

“Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır."

Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını kopardı.

Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.

Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.

Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider olan Ecevit, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.

Sonraki lider Turgut Özal; Zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.

Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokolünün liste başındaydılar.

Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgâr gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.

Ecevit, Bahçeli, Yılmaz’lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.

Recep Tayyip Erdoğan’la devenin hörgücüde artık çadırın içine girmiştir…

Özetle;

Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra yavaş yavaş girmesine izin verdiler.

İzin vermenin ötesinde teşvik ettiler.

Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:

1) Türkiye; '10Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 72 yıl geçirmiştir.

2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine “vurmak” üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.

3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası “teokratikleştirilmiştir” ve “teokratikleştirilmektedir”.

4) 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 87 yıl süren bir “Karşı devrim” ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.

Son söz:

"Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir."

“Deve” deyip geçmeyin; kini çok derindir.

Sizi çadırın dışına atacak kadar.

* * *

BİR YERDE KÜÇÜK İNSANLARIN BÜYÜK GÖLGELERİ VARSA, O YERDE GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.

KONFÜÇYUS MÖ. 551-479