Sayfalar

22 Aralık 2011 Perşembe

Bir gün susmayı öğrendim.

Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar
susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı.

Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır,
onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna
atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper, sonra da, hadi
odana git, derdi.

Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik
babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca
da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa
patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de "Bütün
gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksın babanla"
diye çıkışır, beni odama gönderirdi.

Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım.

Babam arkamdan, "Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ
ne istiyor anlamadım" diye bağırmaya devam ederdi. "Keşke benim de bir
odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte
otursaydık" derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.

Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır,
televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği
önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık
hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı.
Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak
yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe.
Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; "Bak, böyle uslu uslu oyna işte"
diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam
afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu.

Annem de "Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum" diye komşulara
anlatıyordu halimi.
Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem "Odanı topla!" diye
odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum.
Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı
bir türlü beceremiyordum.
Annem odama gelip "Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım" dedi bir gün.
Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden
alırsa ben ne yapacaktım? Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur
oturmaz çizdiğim resmi getirdim.
Babam resmime baktı, baktı sonra da "Çok güzel olmuş" dedi ve ekledi "Bu adam benim herhalde"
Ben "Hayır o adam değil, bu çocuk sensin" dedim.
Babam, "hayir o adam benim, bu çocuk sensin. bu küçük kız da arkadaşın" dedi.
Ben yine "Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da
annem" dedim.
Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: "Peki neden bizi küçük çizdin" dedi.
Heyecanla başladım anlatmaya:
Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz
yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe
teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım.
Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından
sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde,
"Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim" diyeceğim. Ve bir de
bağıracağım :
"Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar" diye.

Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.Duyduklarına
inanamıyorlardı.Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar
konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.
"Farkında' Olmalı İnsan...Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında
Olmalı" diye düşünmeden edemedim.

Cevdet Coşkun

13 Aralık 2011 Salı

VATANDAŞ OLMANIN DAYANILMAZ ACISI…

Yılmaz Özdil ve Bekir Coşkun’a bazen bayılıyorum. Bu bayılma işi onlarla fikirdaş olduğum anlamına gelmesin. Onların Türk halkının içinde bulunduğu olayları anlatan tarzları, benim çok hoşuma gidiyor. Birçoğumuzun da aynı düşüncede olduğu kesin.
Kelimeleri yan yana getirerek cümleler kurup, olayları can alıcı yerinden yakalamak ayrı bir maharet gerektiriyor. Haklarını yemeyelim, Yılmaz Özdil ve Bekir Coşkun bu işte çok mahirler.
Yılmaz Özdil’le, Bekir Coşkun, mahir olmasına mahirler de; memlekette onların bu maharetlerini konuşturabilmeleri için yığınla malzeme var.
Ağlayacak halimize bolca güldüğümüz bir memlekette yaşıyoruz. Anlaşılan baktık ağlamakla bir şey olmuyor döndük gülmeye.
Aziz Nesinlik “yaşar ne yaşar ne yaşamaz” gibi bir çok hikaye, Yılmaz Özdil ve Bekir Coşkun gibi kara mizah ustalarına malzeme oluyor ve olmaya devam edecek gibi de duruyor.
Devlete ceberut diyorsun “tık” yok. Düzene saldırıyorsun “alkış” yok. Vatandaş inliyor diyorsun “ses” yok. Hiçbir şey yolunda gitmiyor diye anlatıyorsun “itiraz” eden yok.
Geçenlerde bir konferansa gitmiştim, iktidar partisinin temsilcisi çıktı konuştu, bir alkış bir alkış, yer gök “bravo” sesleri ile inledi. Sonra da konuşmaya Banu Avar çıktı, tam 360 derece ters şeyler söyledi, aynı kalabalık ona da bir alkış bir alkış ve “bravo” diye yüklendi ki; seyretmeye görün. Herhalde aynı yerde iki farklı düşünceyi böylesine övgüyle karşılayacak bir halk yeryüzünde yoktur.
Gidene paşam, gelene ağam, ve tahta her çıkana “padişahım sen çok yaşa” diyen bir halkı her halde bu kadar arasak bulamazdık.
Tarih okuyorsun, bu halk Çin Seddi’nin önünde de, Viyana Kapılarında da, Yunanı karşılarken de hep aynı havada. Tam yumurta kapıya geliyor ki; aklı başına geliyor. Ancak aklı başına gelinceye kadar Yılmaz Özdil’le, Bekir Coşkun’un yazdıklarına ya kıkır kıkır ya da kahkahalarla gülüyor. Tabi ki; bu gülmecelerin acısı da aheste aheste çıkıyor.
Bana sorarsanız bu ülke de en zor iş; sorumluluklarının bilincinde bir vatandaş olmanın insana hissettirdiği dayanılmaz acıdır.
Ah! bizde geyik muhabbetleri yapabilsek, ne iyi olurdu?
Bütün yalanlara karşı direnmek, askerlik yapmak, vergi vermek, inançlarına uygun yaşamak, mahkeme kapılarında haksızlığa uğramak, eğitimsiz kalmak, sağlığını kaybetmek ve bunları yaparken de “enayi” yerine konmak. Bunlar adama “acı” vermez de ne verir?
Ancak bana en çok koyan şey, ağlanacak halimize gülmemiz ya da kuzuların sessizliğine bürünmemizdir. İkisi de sağlıklı bir ruh hali değil.
Bir müddet sonra toplumsal olaylardan kara mizah yoluyla harika yazılar kurgulayan Yılmaz Özdilleri ve Bekir Coşkunları bulamayız ve bulsakta yazdıklarına gülemeyiz.
Eğer her zaman sağlıklı bir şekilde gülmek istiyorsak, bizi acıtması gereken olaylara karşı duyarsız kalmamak gerekir. Tepki vermemiz gereken şeylere gereken tepkiyi vermeliyiz. Varsın bizi sorumlu ve bilinçli bir vatandaş olmanın dayanılmaz acısı sarsın. Ama buna rağmen biz dimdik ayakta kalalım. Eğilmeyelim, bükülmeyelim. Kendimiz ve evlatlarımızın geleceği için bunu yapmak zorundayız.
Bizlere çok yalan söylendi. Belki de onun için içimizden gülmek gelmiyor. Ancak şimdi yalanları ifşa ve sürdürülebilir gerçek mutluluğu yakalama zamanıdır.
Bu gerçekleşirse bize vatandaş olmak dayanılır bir mutluluk verecektir. Gelin bunu birlikte başaralım. Fakat bu mezarlıkta ıslık çalmak gibi olmasın. Zaten o zaman acıyı mutluluğa dönüştüremeyiz.
Meraklısına not: ben Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmaktan dayanılmaz bir acı duymak istemiyorum. Oyunun farkındayız. Az kaldı hem oyuna dahil olacağız hem de oyunun kurallarını yeniden koyacağız.

Özcan PEHLİVANOĞLU

8 Aralık 2011 Perşembe

İSKİLİPLİ ATIF HOCA KİMDİR ?

Dersim tartışmaları başladıktan sonra, başta Başbakan yardımcısı Bülent Arınç olmak üzere, bazı hükümet üyeleri tarafından: "Bir de İstiklal Mahkemeleri arşivi açılsa, oralarda daha ne Dersimler var." Yollu beyanlarla cumhuriyet devrimi hedefe konuldu.

Özellikle de İskilipli Atıf Hoca konusu ve şapka devrimi üzerinden, önü ardı bilinmeden, kamuoyunun vicdanını etkileyebilmek için ölçüsüz laflar edildi. Öle bir mizansen çizildi ki, "cumhuriyet hiç acımadan "masun" İskilipli Hoca Atıf Efendiyi katletti" imajı yaratıldı...

Sahi kim bu Atıf efendi? Konu tarihse belge konuşur, geri kalan tevatürdür... Belgeli konuşalım. Ama şu notu da düşelim, o günkü olayları bugünün koşulları içinde değerlendirirsek yanılırız.

İskilipli Atıf Hoca, sadece cumhuriyete değil, 1908 devrimine de karşıdır. Mahmut Şevket Paşanın katli nedeniyle suçlanarak Sinop'a sürülmüştür. Sonra, Kuvvayı Milliye karşıtıdır. Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusu ve yöneticisidir.

Teali İslam Cemiyeti Milli Mücadele'ye ve Mustafa Kemal'e kesin olarak karşıdır. İslamcılığı, Batı ile sentezleyen bakış açılarına göre, İngilizler ve Yunanlılar iyidir. Çünkü onların galibiyetlerinin arkasında Kuvvayı Milliye gibi "cahilce bir cesaret" değil uygarlık zekâsı vardır. En önemli ihtiyaçları ise İslamiyetle o "dehayı" birleştirmektir, hatta bu bir ödevdir."

MUSTAFA KEMAL'E EŞKİYA DEDİ

Bugün onun mağduriyet makamına oturtulmaya çalışılmasının nedenini daha iyi anlatabilmek için İskilipli Atıf Efendinin Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır aktaralım:

"Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere 'siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim' diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor. İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Şimdi usulca oturup yenilginin sonuçlarına katlanmak yerine Yunanlılarla harbe tutuşuyorlar. Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.

Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?

Elinize aldığınız bu fetva Allah'ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur."

ATATÜRK İZİN VERDİ

İskilipli Atıf Hocanın bu beyannamesinden çokça örnekler verilebilir ama sabrınızı zorlamamak için bu Kısa özetle yetiniyorum. Bu cemiyetin Konya şubesi bu tavrına rağmen 1920 TBMM seçimlerine katılmak istediğinde Atatürk bunda bir sakınca görmüyordu. Ama onlar bu tavırlarını sürdürmeye devam ettiler. Sadece yüzde 2 buçuk oranında okuma yazma bilen bir halk içinde bu hocaların sözleri büyük kitleleri kışkırtabilecek güce sahipti.

Cumhuriyeti kuran kadronun sorumluluğu sadece savaşı kazanmakla bitmiyordu, Osmanlı'dan kalan borçlar ödenecek, yıkılmış memleket kalkındırılacak, en önemlisi de halk aydınlatılacaktı.

Bu koşullarda, örneğin "yeni harfleri kullananlar cehennemde yanacak" veya "şapka giymek küfürdür, dinsizliktir" diyen bir yobazın halka verdiği zarar Yunan topçusundan daha fazladır.

ASKER KAÇAKLARI YARGILANDI

Nitekim İstiklal Mahkemelerinin kuruluş amacı, asker kaçaklarını ve Türk Ordusu'na karşı Yunanlılarla birlikte hareket edenleri yargılamaktı. O mahkemelerde yargılananların yüzde 99'u asker kaçaklarıdır. Çünkü İskilipli gibilerin yayınladıkları bu tip fetvalar yüzünden askerden kaçanların sayısı sürekli artıyordu.

(Adnan Menderes bile Milli Mücadeleye çok geç katılmıştır, çünkü aksi halde İstiklal Mahkemelerinde yargılanacaktı. Adnan Menderes'in mirasına sahip çıkan AKP'nin, bugün çıkardığı Bedelli Askerlik yasasından asker kaçaklarını da faydalandırması manidardır. )

"İstiklal Mahkemelerinde İskilipli gibi yüzlerce binlerce adam yargılandı" yalanını uyduranların Atıf Efendi gibi birkaç örnek daha verebilmesi mümkün değildir. İskilipli'nin yargılanma nedenini sadece yazdıklarıyla sınırlamak tarihi çarpıtmaktır.

İskilipli Atıf devrim karşıtlığından yargılanmıştır. Üstelik şapka yerine savundukları fes de ne İslamla ne de Osmanlılıkla alakalıdır, Yunan kültürüne aittir. Onu da 2. Mahmut getirmiştir ve ne gariptir ki, o da "bu başlık şeriata aykırıdır" direnişiyle karşılaşmıştır. Yani yeniye karşı direnişin sığınağı daima din olmuştur.

Bugünün koşullarında ve cahilce bir yaklaşımla, "Efendim, İskilipli'nin yazdığı 'Frenk muhalifliği ve Şapka' başlıklı mini kitap nihayet bir kitaptır, insan kitap yüzünden yargılanır mı" diyenler vardır. Onlara, bırakın yünde 2 buçuk okuma oranını, bugün bu oran yüzde yüz'e yaklaşmışken bile yazdığı kitaplar yüzünden hapsedilen yazarlar ve "kitabın bomba kadar tehlikeli olabileceğini" düşünen bir Başbakanımız olduğunu hatırlatalım!

Bir garip paradokstur ki, İskilipli'yi yere göğe sığdıramayanlar aynı hükümetin veya partinin yandaşlarıdır.

NECİP FAZIL VE MENEMEN

Din bezirganlarının birkaç sözle halkı galeyana getirip ortalığı kan gölüne çevirmelerine verilebilecek en belli başlı örneklerden biri Menemen faciasıdır.

Yazımızı, Başbakan'ın çok sevdiği Necip Fazıl'ın Menemen olayından sonra yazdığı bir yazıdan küçük bir alıntıyla bitirelim:

"İrtica, yatağımızın başucundaki bir bardak suya karıştırılan zehirdir. Kubilay'ın katili Derviş Mehmet'in Menemen kapılarına sokuluşu gibi, uykumuzu bekler ve ayaklarının ucuna basa basa gelir...(...) Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendisini gizlemiyor. Dün başına sarık takıyordu. Bugün giydiği, kanun nazarında şapka, hüsnü nazarında gene sarıktır. Bugünün sarıklısı dünkünden daha çok yezittir.." (1 Aralık 2011, Aydınlık)

Bugün Cumhuriyet, çeşitli bahanelerle tartışılıyorsa bunun tek nedeni vardır: Bizler uyuduk ve yeterince sahip çıkamadık.

Mehmet Yiğittürk

Odatv.com

4 Aralık 2011 Pazar

AHMET TANER KIŞLALI'DAN DERSİM GERÇEĞİ

Gezilerimde zaman zaman karşıma çıkan bir soru var:
"Dersim İsyanı’nın arkasındaki gerçek nedir?"
Özellikle gençlerden gelen bir soru bu.
Gençler, inançlarını savunuyorlar. Bilgileri dışındaki sorularla karşılaştıklarında da, yanıtlarını gazete köşelerinde verilmesini istiyorlar...Hem kendileri, hem de kendileri gibi bilmeyenler öğrensin diye.
Doğu ve Güneydoğu’daki başkaldırmalar içinde iki tane iki tanesi önemli: Şeyh Sait ayaklanması ile Dersim ayaklanması.
Şey Sait ayaklanmasının arkasında İngiltere vardı.
İngiltere’nin amacı, bu ayaklanma sayesinde, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmekti. Kuzey Irak petrollerini kendi denetimi altına almaktı.
"Din elden gidiyor" görünümü altındaki ayaklanma bastırıldı. Ama İngiliz emperyalizmi de amacına ulaşmış oldu.
Gerek Moskova, gerekse Türkiye komünistleri, Şeyh Sait ayaklanmasına ( 1925 ) destek vermediler. Komintern ( Komünist Enternasyonal ) belgelerinde; bu tutumun nedenleri şöyle açıklanıyor:
"Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir."
Dersim, bugünkü Tunceli’nin eski adı. Ve Dersim tarihi, ayaklanmalarla dolu.
Padişahlara karşı ayaklanmışlar. Meşrutiyette ayaklanmışlar. Jön Türk hareketinde ayaklanmışlar. Sonuncu olarak da cumhuriyet yönetimine karşı ayaklanmışlar.
Kimler bunlar?
Osmanlının bile Tımar sistemine dahil edemediği şeyhler, ağalar, aşiret reisleri... Yani yargı da kendileri olan, vergiyi de kendileri toplayan gençleri askere yollamayıp kendi muhafızları yapan, haydut çeteleri oluşturan feodal güçler.. Derebeyleri.
Niçin ayaklanıyorlar?
Bu geri düzen değiştirilmek istendiği için.
Komintern belgelerinde ( 1937 ), son Dersim ayaklanmasına neden olan ortam şöyle anlatılıyor.[1]
"Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır... Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır."
Ve ekleniyor:
"İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur."
Son Dersim ayaklanmasının çok kanlı bir biçimde bastırıldığı doğrudur. Hareketi yöneten komutanın, bu nedenle görevden alındığı da bilinmektedir. Ama Dersim ayaklanması nedeni ile Atatürk’ü ve Kemalizmi suçlamaya çalışanların öncelikle şu soruyu yanıtlamaları gerekir:
"Suçlamalar doğru ise Tunceli - yani Dersim - niçin yıllar boyu Atatürk’ün partisine oy vermiştir? Türkiye’de Kemalist partiye - ya da başka bir partiye - verilen oyların yüzde 70’leri aştığı başka bir il var mıdır?"
İşte Dersim gerçeği!.. Gerisi "laf-ı güzaf."
İstanbul, 1994

1 Aralık 2011 Perşembe

TEHLİKEYİ KÜÇÜMSEME GAFLETİNE DÜŞMEYELİM

Hızlı bir değişimin içindeyiz… Özünde; bu bir değişim değil dönüşüm. Sadece sosyo-politik bir dönüşüm de değil dayatılan!..Ekonomik-politik boyutundan öte, kültürel ahlaki dini etnik ne ararsanız var torbada!.. Yalan, iftira, çıkar, yalaka, gizli tanık, saptırma, kurgu… serbest!..
Mühendislik hesapları dışarıda özenle kotarılmış, biat ve sadakat erbabı sayesinde meclis çoğunluğu sağlanmış, yürütme, yasama, yargı tek elde toplanmış; muhalefet susturulmuş; halk yıldırılmış; korku ve tehdit tezgahları kurulmuş… Velhasıl ortam dönüşüme hazır!.. Tam gaz; durmak yok yola devam!..
*****
Başbakan; Karadeniz Ekonomik Forumu’nda enerji politikalarını değerlendirirken diyor ki; “Libya’da yaşananlar bize değerli dersler verdi. Birileri Libya’ya baktıkça sadece petrol kuyularını gördü!.. İnsan unsuru göz ardı edildi!..”
Edebimizi takınarak biz de sormaz mıyız?..
- Öyleyse; Libya’ya baktığında sadece petrol kuyuları gören emperyalist güçlere niçin destek oldun!?; Efelenip, Nato’nun orada ne işi var diyen sen; on gün geçmeden inkar ettin kendini!.
- Onlar; petrol kuyularına bakıp insan unsurunu yok sayarken, seni “canbaza bak!” diyerek kandırırlarken, sen de kendi halkını, benzer “canmaza bak”larla oyaladın!. Aktörü müydün Libya saldırısının; , seyircisi mi!?.. Yoksa üst düzeyde bir görevlisi mi!? Bunu açıkla halkına!.
- Sadece Libya’da mı oynandı bu oyun!?..Daha önceki “baharlar(!)” neyin nesiydi!?
-Halkına sordun mu; Libya’da BOP adına yüklendiğin görevin meşruiyetini?
- Yıllar yılı, taparcasına bağlı kaldıkları liderlerinden; cop sokarak ahlaksızca intikam alan, kışkırtılıp desteklenmiş muhaliflere bavulla para gönderirken, aklın neredeydi; nerelere bakıyordun; ne ile meşguldün!..Daha başka biçimde de sorarlar soruyu günü geldiğinde!.

Samimiyetten uzak, her gün değişen farklı politik söylemlerin adı temiz ve ilkeli siyaset olamaz!..

Bu kadarla da yetinmiyor Sayın Başbakan; Libya’da petrol kuyuları için iştahı kabaranları; Suriye’ye gelince sessiz kalmakla suçluyor!..
-Sen kendin söylemedin mi; “Suriye bizim iç işimiz!” diye?
Al işte!ç.. ABD Suriye işini doğrudan sana devretti… İhale üzerinde kaldı!?..
Bir halkına sor bakalım, sana kalan bu ihalede gönüllü ortaklık yapacaklar mı!?
ABD Dışişleri Bakanı Bayan Clinton; bu ihalenin Türkiye üzerinde kaldığını bütün dünyaya, ilan etti de senden bir itiraz gelmedi!..Şimdi kalk altından!..Komşularla sıfır sorun bu muydu?
Seni; üstün liyakat madalyasıyla ödüllendiren, aile dostlarınızdan birisiydi Kaddafi!. Gitti!.. Diğer aile dostunuz Beşar Esat da gitti-gidecek!..Madalya ve aile fotoğrafları kalacak yadigar!

Siz de, biz de biliyoruz ki; bu gidişler, o kişilerin işledikleri günahların sonucu değil!..
Yıllar öncesinden mühendislik hesapları yapılmış, hazırlıkları tamamlanmış ve aralarında Türkiye’nin de içinde bulunduğu 23 ülkenin sınırlarını, günü geldiğinde değiştirmeyi amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulamaya konulmasıdır!.. İşte o gün bugündür!..

Korkumuz; yakın gelecekte, 23 Ülke içinde bulunan Türkiye’ye sıranın gelecek olmasıdır!.. Ülkemiz üzerinde başta, dinsel ve ırksal olmak üzere yapıla gelen her türlü kışkırtmaların son yıllarda yoğunluk kazanmış olması bu kuşkumuzu artırmaktadır.
Özellikle; hukuk kullanılarak; gerek ordu, gerekse demokratik ve ulusalcı kurum ve kuruluşların üzerine bu denli gidiliyor ve yıpratılıyor olması, kuşkularımızı kat be kat artırmaktadır!.. Bu güçlerdir, projenin ülkemizde uygulanması önündeki en büyük engel
Kaldı ki; tarihin her döneminde; emperyalist ve sömürgeci güçler, Türkiye topraklarının türklere bırakılamayacak kadar önem arzettiğini her fırsatta göstermişlerdir...
Bunun en son kanıtını Sevr’le yaşamadık mı!?..

Bu emeller karşısında sessiz kalmak, direniş göstermemek, uyanık olmamak gaflettir, dalalettir, ihanettir!..

İngiltere Başbakan’ı Çörçil’in, “bir damla kan bir damla petrol!” sözü üzerinden bir asırlık bir süre geçmiştir ama, söz önemini yitirmemiştir!..
Türkiye üzerinde oynanan oyunların altında da gerçekte aynı emellerin yattığını anlamamak, ancak iyi niyetli olmamakla açıklana bilir.
Emperyal güçler Türkiye topraklarında petrol olmadığına halkı inandırmışlardır. Yalan bu!..
Türkiye’nin bir petrol denizi üzerinde bulunduğunu söylemek asla hayalcilik değildir. Komşularla aynı kara parçasını paylaşan Türkiye’de petrol olmadığını söyleyenler, arama ruhsatlarını ellerinde tutmakta ve petrol buldukları kuyuları betonlarla kapatmaktadırlar!.. Yıllardır bu oyunun sürdüğü gayet açıktır!.. Ara sıra petrol bulunur seviniriz; arkası gelmez!..
Kayık kadar bir gemiyle Kıbrıs açıklarında petrol arama görüntüsü vererek halkı kandıranlar, asıl petrol sahalarını niçin göz ardı ederler!?
Türkiye üzerindeki en büyük oyunun asıl nedeni de; Başbakan’ın deyimiyle kabaran “petrol kuyuları” iştahı olamaz mı!?!..
Hele bir de buna, Güneydoğu Anadolu bölgesinin zengin su potansiyeli de eklenince, kabaran iştahlar için, ortam tam yağmalanması gereken “ballı börek” değil mi!?..
İştah kabarık; yağma büyük!..
Engel ise, Türk Silahlı Kuvvetleri ve ulusal güçlerin direnişi!..
Hedefe ulaşmanın yolu, engelleri aşmaktan, direnişleri kırmaktan geçer!. Doğanın kuralı bu!.

Türkiye üzerinde oynanan oyunların son perdesinde bugün ortaya konan bu oyun değil mi?!..

Ülkemiz; Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana, pek çok badireler atlattı. Ne var ki; Cumhuriyet dönemi boyunca bugünkü kadar büyük bir değişim-dönüşüm ve belirsizlik (kaos) ortamına sürüklenmedi!.. Değişim büyük, dönüşüm hızlı..
Sanki birilerinin acelesi var!..
Kimilerine göre bu dönüşüm ve değişim; bir gelişim; kimilerine göre ise, bir yıkım!...
Tarih ilerde bu dönemin tahlilini yapacaktır elbet; ama; yaşanan dönüşümün bir “gelişim” olmadığı da açık..
İleriye doğru bir dönüşüm, bir gelişimdir ancak.. Oysa bugün ülkemizde birilerince duyulan özlemin, verilen çabanın yönü bir gelişimi işaret etmemektedir!.. Son padişahın ülkeden kaçış tarihi, bir başka padişahın kutsanma tarihi olarak cumhuriyete bir ilk yaşatılmaktadır. Kutsanan padişah ise, Osmanlı’yı yıkıma götüren “açılımları” batının dayatmasıyla başlatan kişidir!..
Bu davranış, cumhuriyeti ve onun temel değerlerini saygısızlaştırmaz mı!?..

Anlı şanlı “ermeni açılımının da”; kardeşlik yutturmacasıyla yapılan ne idiğü belirsiz kürt açılımının da, bugünlerde sürdürülen, Dersim.. ve tezgahta hazır bekleyen diğer açılımların da… hedefi benzer değil mi!? Hedef tek, amaç ortaktır!.Cumhuriyet!.Atatürk!..Ulusal birlik!..
Bunun adını “gelişim” koymak akıl tutulması değilse nedir!?!..

Tehlike büyük; hedef açık!..
Teslim olmamanın ilk şartı, tehlikeyi görmektir!..
Başarının ilk şartı da tehlikeyi küçümsememektir!..
Atatürk, tehlikeyi gördü, küçümsemedi, başardı!..
Hem içerde hainlere, hem dışarda düşmanlara karşı elde etti bu başarıyı!..
Kazanılan bu zaferle de bizlere başarmanın ana hatlarını göstermiş oldu!..
En büyük eserim diyerek bizlere emanet ettiği bağımsızlığı, onurlu cumhuriyeti ve onun kurum ve kuruluşlarını hem hainlere, hem de düşmanlara karşı korumakla mükellefiz!..

Sokaklarda “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!” diyerek tempo tutmak yetmez!.. Ötesi gerek!..

Mehmet Halil Arık
Emekli Eğitimci – DENİZLİ